5 Şubat 2023 Pazar

Budapeşteli Tuna'nın Öpücüğüne Sinestezi

 ruhu bile duymadı kentin

geldiğini

üstelik pek uğultulu da değil

şehir


kendisi ne anladı

kentten

anladıysa ne kadar

şehri


tuna'ya bakıyordu

nesneleri ölçüp biçerek

tuna da ona mı acaba


bir koptu yüzeyden

geldi bir

yapamayacaksın dedi, bekle


yum hemen gözlerini

ister geyikli geceyi gör

yok ya hani korkulacak hiçbir şey


ister yıldızlı geceyi oku dairesel

ve mavinin ve sarının bir tonları

kondum şimdi çenenin azıcık üstüne

Peşte'den Budin'e

Soğuklar puslu havalar

Bana mısın dese şaşarım

Tuna'yı seyredalana

Seyirlerden seyirlere... müteşairsen



Usul usul kar altında

Selam sabah istemez

Sağlam bassın ayakların

Toprak ister gevşek olsun ister sert

Selâm Ey Budin Kim Tuna Diyârı

İcbar itmez Nazlı Budin sevmeğe

Leb girekmez Tuna'yı bûs etmeğe

Gayrı gel gör diyem Tuna boyluma

Davet etsin kimler gülü dermeğe

15 Mayıs 2020 Cuma

Kedi ve Kendi Şahsım

* Kıvrılmak ve serilmek kediler için icat edilmiş sözcükler olmalı.

* İçim büyüyüp genişliyor, dışım toplanıp büzüşüyor... Bir noktada kabuğa dönüşüyorum.
Akabinde parçalanıp imha olacağım zannına kapılıyorum.



İma

Büsbütün bir ağrı olup çıkmıştı, belki bir sızıdan ibaretti.

Bedeni bunun iması olarak vardı.


10/02/2016

Yanılgı Noktası

Beklenti, heves, coşku da en yüksek düzeyde asgari müşterekimiz olanlarla daha şiddetli gerçekleşir. Kişisel yatkınlık bu şiddeti daha da arttırır. Öyle ki, dışarıdan bakıldığında bu heves, coşku dolu bu beklenti çocuksu bulunacaktır. Burada etkili olan bir diğer şey, ilk cümlenin belirttiği anlamla da ilgilidir: Yüksek müşterekte buluştuklarımız için heves ve coşkumuzun daha fazla olması onlara verdiğimiz değerin de bir sonucudur, karşılanmayan bir coşkunun yarattığı kırılma/kırgınlık kendimize biçtiğimiz yüksek önemden değil, muhatabımıza atfettiğimiz istisnai değerdendir.

Bir yanılgı noktası mümkün: Müşterekliğin kapsamı, seviyesi taraflarca farklı yerlerde konumlandırılmış olabilir.

İken

mevsim olgunlaşırken
demlendi zihinde zaman
zaman gel
git zaman

yüce dağlarca yalnızlığımdandır
sarp kayalarca suskunluğum


25/06/2007

14 Nisan 2018 Cumartesi

Blitcon Alemine Hoşgeldiniz

(Sınırda Edebiyat Yaşam Eleştiri dergisinin Mayıs-Ağustos 2007, 7. sayısında yayımlandı.
11 Aralık 2006'da New Statesman'ın web sitesi www.newstatesman.com'da yayımlanan Ziauddin Sardar'ın yazısından çevirdim.)

Martin Amis, Salman Rüşdi ve Ian McEwan İngiliz edebiyatına egemenler ve bilindiği üzere İslam'ın uygarlığı tehdit ettiğine inanıyorlar.

En ünlü çağdaş yazarların çoğunun isimleri, uluslararası markalar hale gelmeye başladı. Konuştuklarında dünya onları dinliyor. Ve sadece yapıtlarının içinden değil, gazetelerin fikir köşeleri, etkili dergiler, televizyon sohbet programları ve edebiyat festivalleri aracılığıyla giderek daha fazla konuşuyorlar. Romancılar yalnızca romancı olmaktan çıktılar -onlar aynı zamanda dünyada sanat, hayat ve politikadan uygarlığa kadar her konuda görüşlerimizi biçimlendiren akıl hocaları.

Onlardan ne istediğimiz açık: İnsanlık durumunun iç yüzünü kavramak. İnsanlık tarihindeki en elverişli koşullardan terörü, savaşı ve karşılıklı korku ve nefrette temellenen bir gerilim artışını yarattık. İnsanlık kuşkusuz yardıma muhtaç. Ama bu ihtiyaç kısacık edebi konuşmalarla giderilebilir mi? Edebi akıl hocaları bilmecelerimizin iç yüzünü en iyi şekilde kavramamızı sağlıyorlar mı veya geleceğe dair iyi rehberler mi?

İngiliz edebiyat manzarasına üç yazar egemen: Martin Amis, Salman Rüşdi, ve Ian McEwan. Üçü de çağımızın merkezi ikilemi üzerine düşünüyor: Terör. Hatta Amis, "horrorism" diye adlandırdığı konuda bir tür manifesto yayınladı. Farklı tarzları, yaklaşımları ve görüşleri tutarlı bir duruş belirliyor. Onlar İngiliz edebiyatının yeni muhafazakarlarının öncü güçleri, veya "Blitconlar" da diyebilirsiniz onlara.

Blitconlar'ın insanlık durumuna dair hazır bir reçeteleri, her derde deva bir kocakarı ilaçları var. Dünyanın politik gündemini yaratmak için şöhretlerini kullanıyorlar. 11 Eylül sonrasındaki koşullar hakkında onca düşünmelerine karşın, dünyaya ilişkin radikal bir bakış açısı sunamıyorlar. Yazıları, kavrayış ve edebiyatlarındaki derin kökleri besleyen görüşlere, bir geleneğe yaslanıyor. Romanın politik hedefini gerçekleştirecek olan öncüler hiç değiller, ancak çağdaş romanın dünya üzerindeki gerçek gücünü, dikkatimizi belirli bir noktaya çekme yeteneklerini ilk değerlendirecek olanlar onlar. Blitconlar'ın gelenekselciliklerinin ne derece farkında oldukları sorulabilir. Bu sorunun mutlaka önlerine konulması gerekiyor. Nereden geliyorsunuz? Ve bizi nereye götürüyorsunuz?

Blitcon projesi, her biri tek boyutlu olan üç tuhaf görüşe, fantazi-kavrama yaslanıyor: Birincisi, Amerikan kültürünün mutlak üstünlüğü. Blitcon edebiyatı 21. yüzyılın oryantalizmidir, genelde batı üstünlüğe dair vurguyu, Amerikan özgürlük fikrinin üstünlüğüne kaydırır. Bu değişme, Amerikan kültürünün bütün olası dünyaların en iyisinden de en iyisi olduğunu ileri süren, etkili akademisyen ve The Closing of  The American Mind (1987) [Amerikan Aklının Sonu] kitabının yazarı Allan Bloom'a kadar geri götürülebilir. Bloom, romanında Bloom'un fikirlerini tanıtan sormancı Saul Bellow'un yakın arkadaşıydı: Bir "western-civ" [batı uygarlığı"] düşünürü hakkındaki romanı, Mr Sammler's Planet [Bay Sammler'ın Gezegeni] iyi bir örnektir. Bellow, 2000 yılında son romanı Ravelstein'ı yazdı, görüşleri açıktan açığa politik yapılanmaya paralel hale geldi -bu, hem Bloom'un, hem de eski Bsuh yönetiminin aparatı, şimdi Dünya Bankası'nın başı olan Paul Wolfowitz'i oldukça sempatik gösterme ve hafifçe romanlaştırmayı da kapsamaktadır.

Bellow Blitcon hareketinin vaftiz babasıdır ve Amis, Rüşdi ve McEwan'ın yazdıkları üzerindeki etkisi açıktır. Bellow gibi Amis de kanonun korunmasına kafayı takmıştır. The War Against Cliché'de [Cliché Karşıtı Savaş] (2001) "sadece bir tür yazı vardır o da kabiliyetin ürünü olan" görüşünde ısrar etmektedir. Fakat yetenekli olanlar hangileridir? Sadece, "duvardan duvara beyaz adamlar" anlamında batı kanonunun parçası olanlar mı? John Updike, Anthony Burgess, Gore Vidal ve Vladimir Nabokov. Kadınlara (Jane Austin dışında) ve batılı olmayan yazarlara (İslam'dan neftret eden V. S. Naipad dışında) ilgilenmeye gerek yoktur.

McEwan'ın inanç ve niyetlerini, romanı aracılığıyla okursak, batı kanonu insanlığın hakiki özüdür. Saturday (2005) [Cumartesi] romanı, Irak'ın işgalini protesto etmek için Londra'da yaklaşık iki milyon kişinin yürüdüğü 15 Şubat 2003'te başlar. Kahramanı cerrah Perowne, yüce edebiyata değer vermeyen bir "profesyonel indirgemeci"dir. Bu halinin "tedavi"si sırasında kızı Daisy, onu Flaubert, Tolstoy ve diğer "Büyük Yazarlar"la besler. Bunu şaka olarak görmemiz isteniyor. Ancak Saturday'i batı edebiyatında mistik bir bölünmeyi gerçekten belirlediğini fark ettiğimiz anda şaka uçup gider: Matthew Arnold şiiri sadece kaba şiddete bir panzehir olarak hizmet etmez, aynı zamanda romanın sonunda edebi olarak günü de kurtarır. Kestirmeden, Savaş ve Barış'ı hiç okumamış olanların tam olarak insan sayılamayacaklarını düşünmeye itiliriz.

İkinci Blitcon fantezi-kavramı, İslam'ın uygarlık fikrine yönelen en büyük tehdir olduğudur.Rüşdi'nin İslam'dan kuşku ve hoşnutsuzluğu Midnight's Children (1981) [Geceyarısı Çocukları], Shame (1983) [Utanç] ve The Satanic Verses (1988) [Şeytan Ayetleri] romanlarında açıkça görülmektedir. Geceyarısı Çocukları'nda İslam'a yapılan göndermeler kasıtlı hakaretler olarak okunabilir: Hatta en temel İslami terim olan "Allah" (dilbilimsel olarak tektanrıcılığa dayalı Tek İlah) aldatıcı bir hale gelmektedir: "Al-Lah bir pagan tapınak binasında dev bir meteorit gibi dönen oyma bir puttan adını almıştır." Rüşdi Utanç'ta İslam'ı, titiz bir sorgulamaya dayanamayacak bir mitoloji olarak tanımlar, Şeytan Ayetleri'nde ise bu durum iğrenmeye dönüşür. Roman Muhammed Peygamber'in hayatını tarihsel ayrıntılar ve akla gelebilecek her oryantalist klişeyle tamamlayarak tasarlar. Öfkeli, cinsel sapkınlığı olan bir tüccarın paranoyak kuruntularını içeren bir ürün olarak Şeytan Ayetleri, İslam'ın insanoğlunun tanıyageldiği makul değerlerin tümüne karşı olduğunu öne sürer. Bu ileti Shalimar the Clown (2005) [Soytarı Shalimar}'da desteklenir. Romanın kahramanı Shalimar canayakın bir soytarı ve ip cambazından öfkeli bir teröriste dönüşür. Hiddetini güdüleyen nedir? Karısının cinsel ihaneti ve insanları cami yaptırmaya ve karılarını burkaya sokmaya zorlayan "Zalim Molla"nın fanatik harareti. Rüşdi'nin dümyasında insani bir İslam yorumu bütünüyle olanaksızdır.

İslam dini ve kültürünün uygarlığa bir tehdit olduğu görüşü, bildiğimiz gibi Amis'in ilk olarak New Yorker'da Nisan 2006'da yayınlanan hikayesi "The Last Days of Muhammad Atta" [Muhammed Atta'nın Son Günleri]'nın da temelidir. İkiz Kuleler'e doğru giderken Muhammed Atta cenneti düşünür: "Ah evet, bakireler; altı düzine -on iki düzinenin yarısı. Bir haber dergisinde, kutsal kitapta geçen 'bakireler'in Aramca'dan yanlış çevrildiğini okumuştu. Doğrusu 'kuru üzümler' olmalıydı. Bu anlamsız sözlerin 'sultana' ile bir ilgisi olup olmadığını merak etti, 'sultana' hem çekirdeksiz kuru üzüm, hem de bir sultanın cariyesi veya eşi anlamına geliyordu. Abdülaziz, Marvan, Ziyad ve diğerleri: Herhalde Cennet bahçesine gittiklerinde küçük kırmızı bir Sun-Maid Sultanas paketi bulmaktan pek de memnun kalmazlardı."

Komik bir çeviri hatasına dayanılması, kutsal bir metni özü çarpıtılmış bir şaka durumuna sokmaktadır. Bunun amacı Kuran'ı absürd olarak göstermektir. -O kadar absürd ki kendi hayatını kurban etmeye, başkalarını da öldürmeye karar vermiş bir adam olan Atta'yı bile güdüleyemiyor. Fakat neden Amerika'dan nefret etsindi? Bunun nedeni adaletsizlik duygusu muydu? Bunu böyle açıklamak ciddi maharet ister. Buna karşılık Amis, Atta'nın "kuşağının en karizmatik fikri" olduğu gibi basit bir nedenle mücahit olduğunu ileri sürer. Fakat bu mücahit, İslam'ın aşıladığı karakteristik bir kusur tarafından güdülenmektedir: Kadın düşmanlığı. Özellikle bir uçakta bir kez gördüğü bir kadın, "açgözlü bir lüks içinde" olan bir hostes.Atta'nın bu kadına yapmak istediği tek şey "onu yaralamak"tır. Rüşdi için İslam o kadar defoludur ki, insani yoruma açık olamaz. Ama bir (kötü) şakanın dışında bu görüşle ilgilenmez.

Üçüncü Blitcon fantezi-kavramı, Amerikan özgürlük ve demokrasi idealarının hem doğru olduğu, hem de dünyanın geri kalanına da zorla kabul ettirilmesi gerektiği yönündedir. O kadar ki, sözkonusu ikna işinin merkezi konuma geldiği bu yazarların düşüncesi, Rüşdi'nin geçen yirmi yıldaki politik soldan merkez sağa kayışının şaşırtıcı ilerlemesinden izlenebilir. Rüşdi'nin romanı McEwan'ınkinden daha nüanslıdır ve 1980'ler boyunca çokkültürlülük konusunda gevezelik şampiyonu olmuştur. Ancak Şeytan Ayetleri'ne öfkelenen Ayetullah Humeyni 1989'da onu ölüme mahkum eden fetvayı yayınladığında tüm bunlar değişti. Bu dönemde Rüşdi dünyayı "dinin karanlığı" ve "sekülarizmin aydınlığı" olarak ikiye böldü. 1990'larda New York'a taşındığında, Birleşik Devletler onun için ideal sekülarizmin bir ifadesi haline geldi. New York Times'taki sütunlarında, (Step Accros This Line (2002) [Bu Hattı Aşmak]'da toplanmış olan) Amerika eleştirisini "aptalca bir zırva" ve "yalancı sofunun ahlaki rölativizmi" olarak itham etti.

Bu Çizgiyi Aşmak'taki iki parçalı ana deneme, Birleşik Devletler'in bir sınır uygarlık olduğunu iddia eder. Ancak 21. yüzyılın başında, sınır bütün dünya haline gelmiştir ve Amerika dünyanın herhangi bir parçasına dair meşru hak talepleri olduğunu ileri sürebilir. İronik olan şey, güçlerin dengesizliğinin, tümüyle yok olan yerli Amerikalılar'a yaptığını, şimdi dünyaya yapmak için Amerika'ya yaraması. Rüşdi, Amerikan özgürlüklerini savunmak için "Gölge savaşçılarımızı onların gölge savaşçılarına karşı yollamalıyız." açıklamasını yapmıştı.

Sınırlar dünya çapına yayılırken, kozmik savaş eski kötülüklerden yeni, kurulmuş kötülüklere doğru kayıyor. Rüşdi için, insanın ve aydınlanmış Amerikan imparatorluğunun en önemli düşmanı, Taliban'ın, "yeryüzündeki en vahşi rejim"in şerridir. Afganistan'ın işgalini "bu ahırların Birleşik Devletler tarafından temizlenmesi" olarak tanımladı. Vahşi oldukları kesin, ama tarihteki bütün imparatorlukların askeri güçleri bir araya getirilse elde edilecek olandan daha fazla askeri güce sahip olan tek hipergücün yönlendirdiği bir batı uygarlığını Taliban'ın yıkacağına inanmamız mümkün mü?

McEwan dünyaya bu tür düalist terimlerle bakmaz. Saturday'i, hem müdahaleci ve hem de yalıtım yanlısı politikalara karşı pervasızca bir düal uyarıda bulunmaz. Fakat bu McEwan'ı taraf tutmaktan alıkoymaz: Barışı savunmak, işkencenin tarafını tutmaktır, diye açıklar. iPod kuşağının, soykırım ve işkence, toplu mezarlar ve İslamcılar tarafından dayatılan totalitaryen devletler hakkında hiçbir fikri olmadığını ileri sürer. Son tahlilde, "dinsel Naziler" batı uygarlığını çöküşe  götürmektedir.

Amis çok daha dolaysızdır. Ona göre saf kötülük; "iğrenç ve kötücül", Jewish Chronicle [Yahudi Tarihi]'da belirttiği gibi sadece Üçüncü Reich'la karşılaştırılabiliecek "son derece zehirli, son derece irrasyonel ve son derece yıkıcı" bir inanç olan "İslamcılık"ın temsilcileri olan Hamas ve Hizbullah'ta cisimleşmiştir. Çağımızın neden Hamas ve Hizbullah gibileri ürettiğinden kuşku duyulamaz: Yayılmalarının İsrail ve Amerikan politikalarıyla veya son elli yılın politika ve savaşlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onlar, jeopolitikten ve gerçeklikten bağımsız açıklanamaz, irrasyonel inançlar olarak sunmak, işin dalaveresidir. Amis'in "The Age of Horrorism" (2006) [Horrorism Çağı]'de yaptığı budur. Bu deneme, Amerikan yeni muhafazakar ideologları Paul Berman ve Bernard Lewis'den alıntılarla tamamlanırsa, intihar bombacılarının din tarafından güdülenen kanlı niyetlerinin -"had safhada bir kötü niyet"- İslam'la bir ve aynı şey olduğunu savunur. Amis'e göre bağlantı aşikardır. Perdahlı bir cümleyle Amerika'nın ihlallerinin üzeri örtülürken dünya tarihini dikkate almaya gerek yoktur: "Olağanüstü bir gösteri, psikolojik baskı süreçleri, geliştirilmiş sorgulama teknikleri, Guantanamo, Ebu Garib, Haditha, Mahmudiye, iki savaş ve on binlerce ölü beden." Bu, İslamcı "tımarhanedeki mezbaha" ideolojisiyle hiçbir şekilde kıyaslanamaz.

Blitconlar'ın kavrayışlarını aşan farklı bir deneyim vardır. Onların romanlarında ve yergilerinde tasarımlayamayacakları egzotik yaratıklar: Müslümanlar'ın çoğu, Blitconlar'ın İslam anlayışından farklı bir şeye inanan, Bradford, Karaçi veya Cakarta sokaklarında sıradan hayatlar sürdüren, Blitcon anlayışının vehmettiğinden çok farklı insanlardır. Amis hayatı boyunca sıradan bir Müslüman görmemiştir.

Yok, yalan söyledim. Bir tane görmüştü. "Horrorism Çağı"nda Amis bize Kubbetüssahra'nın kapıcısı olan İslamcı'nın, 'had safhadaki kötü niyet'iyle karşılaştığını anlatır. Amis, bir tür "kalendrik yasak"ı -böyle bir şey yok elbette- aşmak için Kubbetüssahra'ya gitmek istediğini yazar, bu isteği kapıcının duruşunu değiştirmiştir: "Daha önce dostça ve sakin olan ifadesi bir maskeye dönüştü, ve maske beni, karımı ve çocuklarımı öldürmeye söz verdiğini söylüyordu." Amis, basit bir yüz ifadesini gözlemleyerek tam bir komplo kehanetinde bulunma yeteneğine sahipti. Acaba zavallı kapıcı daha önce böyle iğrenç, küstah ve cahil bir turist görmüş olabilir miydi?

Çokkültürlü İngiltere'de, Amis'in iddia ettiği yüz ifadelerine dair açıklamasının karşılık bulamayacağı muhtemelen sadece bir şey vardı: İslam. Bu, postacılar, fırıncılar ve şamdancılarınki kadar sıradan bir yaşam süren ve İngiliz toplumuna katılan İngiliz Müslümanları olan doktorların, öğretmenlerin, polislerin, işadamlarının, girişimcilerin, bilimadamlarının ve hatta diğer yazar ve romancıların yaşamlarında nasıl karşılık bulabilir? Belki de yüz ifadelerini değiştirmeli, dişlerini yaptırmalı ve tahammül etmek zorunda kaldıkları İslamofobi ile karşılaştıklarında biraz daha gülümsemeliler.

Blitconlar'ın büyük romanlarıyla uyuşmazlığa düşenler sadece Müslümanlar değil. McEwan Saturday'de, her şeyi fazla titiz, bitmez tükenmez bir şekilde ve zorlama ayrıntılarla tanımlar. Beyin cerrahisi terminolojisi ve tekniklerindeki kılı kırk yaran araştırmalardan, cumartesi günü oynanacak squash'te giyilecek giysilerin seçimine kadar hiçbir şey dikkatinden kaçmaz -dikkatinden kaçan tek şey İngiliz toplumunun Irak savaşına karşı gösteri yapmak üzere toplanan-kesitinin politik ve sosyal güdülenmeleri, yani romanının raison d'être'i [varlık sebebi]dir. Sözkonusu gösteri sadece tehdit edici bir fon olarak buradadır.

Gerçek dünya bir roman değildir. Bütün yoldan çıkmışlığı ve kötücüllüğüyle toplu kıyım ideolojisinin bir tarihi ve bağlamı vardır. Ancak Blitconlar'ın vahşi tasarımları bu dehşetin kökünü kazımaya elverişli bir kılavuz değildir. Edebi tasarımın manipülatif gücü maval okumaktan öteye gidemez. Bu maval okuma ise nefretle yanıtlanıyor, yansıtılıyor ve nefretle karşılaşıyor. Birbirine benzeyen anlayışlar, araya giren boşlukları aşıp birbirine uzanır ve nefretlerinin içinde birbirini kabul eder. Blitconlar'ın bize anlattıkları bundan ibarettir. Ancak yıkım ve kıyımdan kalıcı bir kurtuluş bulmaktan umudunu kesenlerimiz için hiç de aydınlatıcı değildir.

1 Nisan 2018 Pazar

Eliyahu değil İliya da değil yahu, İlyaz


                           Kupkuyu bakışlı gözleri ile, gecenin istanbulî ışıkları altındaki -balkonun                                  açık kapısından doluşan- nesneler arasında, göze görüneyazan ağlar                                     vardı. Bu ağlar -bazıları birbirleriyle kesişerek- beynine geri-dönerdi.

balkonun açık kapısının eşiğinde dikildikçe uzayan boyu
yazdıkça ve yazdıklarını okudukça değirmileşen başı gibi
bir serçenin yemini ağzına alıp gagasını kaldırmasınca okuyup başını kaldırması
şaşırtkan ve ılıştırıcı


çıplak ayağının halıya değişinden doğan belirsiz ses
eşyayı ve efkârı ürkütmekten korkarcasına yavaştandır sandalyeden doğrulması
çay bardağına konup onu kavramasından önce
havada hafif bir kararsız˜duraksamada süzülmesi elinin

buharlaşırcasına bir yavaşlık ve yumuşaklıkla alıp götüren
iliklerden, kaslardan, kemiklerden, sinirlerden bunaltıyı
ateşîn bir atla süzülür gibi gökyüzüne
hırkasını Elyesâ’ya bırakarak


çekilme

sesleri değil ama
eksiltmeli sözleri
yalın bir zamana ermek için

koşuşan öfkeyi dilsizleştirmeli

durgun bir şiddete doğru

avuntu

eksiltilere güvenmeli
sözü eksiltmeli
azaltmalı hareketi
eskil bir eşyaya benzeriz belki:
nesne-insan
korkmayız bundan böyle

kalabalıktan


2006?-2007

yaşamaklar

sefertası sanki
şu hayatınızın kalıbı


evde pişirip kotarır
yerleştirirsiniz yerine
malzemesini yaşamanızın


duruma göre seçer birini
çıkarıp sunarsınız
günün mönüsünü


yaşamak değil de bu
ölçe biçe hesaplaya
sürekli bir pişirmek hali


mühim olan,
sefertasını tutan elinizin idraki
ömrünüzün hangi faslında olduğunu


onbeşeylülikibinyedi

felis domesticus

                     i
                  d n
                e i
              k n            n s ı
                                          e r
kayıtsız                    ü r t
bakışı                       r e ı
                               p
                                     dinin
                                 ke ılık karnı
                          


esnek hareketi
oynak kasları
ama bakışları kayıtsız:

kedi

(2006?-2007)

30 Mart 2018 Cuma

İran'a Seyahat


(Temmuz 2006)

11 Temmuz 2006 Salı, Tebriz-Tahran Katarı

Üç gün önce, cumartesi öğlen telaşlı bir hazırlığı takiben Aksaray’daki otobüs firmasının bürosuna gittik. Gecikmiştik ama zaten ortada otobüs falan yoktu. Servisle Laleli ofisine götürüp bir süre de orada beklettiler. Oradan Avrupa Otogarı’na gidildi. Seyyar dondurmacıdan aldığımız dondurmayı otobüs kalkmadan önce yedim. Otobüs bizimkilere nazaran biraz külüstür görünüyordu. Yol otuz saat çekecekti. Gerçi sağda, orta kapının arkasında geniş bir yerdeydi koltuklar, ayaklarımızı bayağı ileri uzatabilecektik.

1-2 saat rötarla hareket etmemiz yetmezmiş gibi, bir de İstanbul içi trafiğe takıldık. Şehirlerarası yolda da zaman kaybettik, yol çalışması nedeniyle bir süre köylerin içinden gittik. Muhtelif yerlerde bildik molalar verildi. İlk kez Çorum, Erzurum gibi yerlerden geçmiş oldum. Erzurum’da iki saat kalacağımızı, alışveriş için molanın uzun tutulduğunu söyleyen Türkmen arkadaşa güvenip yemekten sonra büyükçene bir parkta dolaşıp fotoğraf çektik, çay içtik, kahve içtik. Otobüse gelirken bizi aradıklarını anladık, yarım saattir peşimizdelermiş.

Erzurum’dan itibaren beni biraz heyecan sarmaya başladı. Otobüste herkesle sohbet eden, Türkçesi düzgün bir genç, adı Muhammed, bizimle de alakadar oldu. Hatta şoförle yanındaki koltuk arasında basamağa oturup sigara içtim sayesinde.

Doğubeyazıt sınır kapısına yakın bir yerde sigara molası esnasında Emin’i aradık. Ev tuttuğunu söyleyince bizde kalmasını teklif etmemize gerek kalmadı.

Muhammed sürekli “Abla korkmuyor musun seni orda keserler diye?” diyor. İnce alay… Sınırdayız. Muhammed pasaportlarımızı aldı ve işimizi beklemeden halletti. Daha sonra bilgisayar kaydı ve pasaport kontrolü oldu. Aramalarda x-ray cihazı -olmasına rağmen- kullanılmıyor. Valizlerin içini didik didik kontrol ettiklerini görünce canım sıkıldı, sanırım suratım da biraz asıldı, ellemedik don-sutyen bırakmazlar şimdi… Yaşlıca görevli yüz ifademden durumu anlamış gibi, ayrıca biz onda güven uyandırıyormuşuz gibi, daha fermuarı iki santim açmıştım ki, “Siz geçin.” dedi.

Kapıdan geçmeden önce gerekli giysi ilavelerini yapmıştım. Üzerimdeki giysi fazla uzunmuş Muhammed’e göre, “Bizim kızların yanında demode kalacaksın.” diyor. Başımı da çok sıkı örtmüşüm, bir hamlede örtümü çıkardı ve şöyle gelişigüzel dolayıverdi. Bekleme salonunda bizim otobüsten birkaç yolcu, biraz da hoşnut bakışları eşliğinde bana gülümsüyordu. Bazısı da beni diğerine gösteriyordu. Örtünmüş olmamdan çok, başı açık biri olarak ve örtünmeyi kabul ederek İran’a gitmemden hoşnut kaldıklarını vehmettim.

Otobüsün aranması uzun zaman aldı. Fazla yük nedeniyle rüşvet verildiğini söyleyenler oldu, başka şeyler de dönüyor olabileceğini düşündüm. Nerden çıktıklarını anlamadığım bir sürü yolcu, boş koltukları doldurdu. Hareketten bir süre sonra otobüsün durmasıyla uyandım. Sigara içmeye çıktım. Bir kadın rahatsızlanmış, bir başkası da onun koluna girmiş, diğer elinde de bir ibrik tutuyor. İshal oldu herhalde.

Bayağı yorgundum, ama uzun ve meşakkatli bir yolculuğu baştan göze aldığımdan olmalı, fazladan bir yorgunluk hissetmedim. Uykumdan uyandırıldığımda artık sabah olmuştu. Aslında iyi de oldu, daha erken gelsek otel aramak daha zor olacaktı.

Taksiyle önce İran Otel’e, sonra internetten bulduğum birkaç otele baktık. Ya yer yoktu ya da uygun değildi. Sonunda Pars Otel’de karar kıldık. Nobranın teki olan yaşlı adam, sinekten yağ çıkarmaya kararlıymış ki, ortak kullanımda olan banyo için bizden ayrıca para aldı.

Banyodan sonra birkaç saat uyuduk ve dışarı çıktık. Çarşıda çay-kahve içerken Kemal’in mesajını aldım: Ev satın alma işleri için süre kısıtlıydı ve ona vekaletname çıkartmam gerekiyordu. Hemen konsolosluğa geldiysek de saat birde kapandığını öğrendik, ertesi gün geleceğiz.

Ziyaret edeceğimiz arkadaşa -ben henüz tanışmıyordum M. S. ile- telefon ettik. Akşam için randevulaştık, evine davet etti. Düzgün bir apartman, temiz ve bakımlı; daire de öyle. Bizim Suadiye’deki binalar gibi mesela. Kapıları otomatik otopark, içinde müzik yayını olan asansör vb. Muhammed yeğeniyle kalıyor, yeğeni resim bölümünden mezunmuş ve orada yüksek lisansa girememiş. M. S. Mimar Sinan’a girmesini istiyor, mümkün olursa onun öğrenimi boyunca kendisi de Türkiye’de kalmak ve çalışmak istiyor.

İkramların sonu geldiğinde, artık restoranların kapanma saatine fazla bir şey kalmamıştı. M. S. gittiğimiz lokantanın lüks bir yer olmadığını, ama iyi ve meşhur olduğunu söyledi. Oturup sipariş verdikten sonra etrafı inceledim ve çevirimi yaptım: Burası Sultanahmet Köftecisi!

Yemekten sonra İl Gülü’ne gittik. Parka benzer kenar kısımda kiralık çadırlar diziliydi, Tebriz akşamları serin olduğu için bir nevi yazlık yöre olarak görülüyor ve kullanılıyor. Birer çay içtikten sonra kalktık, bizi otele bıraktılar.

M. S.’ye gitmeden evvelki geziyi atladım. Konsolosluktan sonra, internetten devşirdiğim “gezilecek yerler” listesini gözden geçirdik takside. Şoför Said’e Kendovan’ı sorduk. “Gidersek görürsünüz, daha önce böyle bir yer görmemişsinizdir.” dedi.  Konuşkan ve canayakın bir adam. Sürekli soruyor, anlatıyor. Yolda iki kez meyvesuyu alıp ikram etti bize. Kaçak çalıştığı için şehir dışına çıkması yasakmış ama kontrolden geçti nasıl bir açıklama yaptıysa artık… Bayağı bir yolmuş, ama sonunda geldik. Taşlara kayalara evleri oymuşlar. Evlerde halen yaşıyorlar. 170 hane varmış, Hepsi de Türkmüş, taa Moğollar’dan beri burdalarmış bakkalın demesi. Adam durup bize Türkiye’den ne getirdiniz, demez mi? Telaşlandık vallahi. 2001 sigarasından açılmamış paket bulamadık maalesef. İçmesi için bir tane ikram ettik, hediye veremedik…

Gün boyu yemek yemediğimiz ve dönüşün de uzun süreceğini bildiğimiz için, su kenarında abguşt yedik, sedir gibi yerlerde oturulan bir mekanda. Abguşt etli, patatesli, nohutlu bir yemek. Yanında büyükçe bir havan tokmağına benzer metal araç veriliyor, bununla ezilip yeniyor. Said ısrarımıza rağmen bize katılmadığından, ona yemek ısmarlayamadık.

Arabaya binice Said bir naylon poşet uzattı. Bu da çay gibi demlenip içilirmiş. Fesleğene benzettim. Yalnız sıkı sıkı tembihledi: “Bunu Tebriz’deki tanıdıklarınıza falan vermeyin, Türkiye’ye götürün.” Yolculuğun başında da “Yeni evlisiiz herhal, hoş yaşıyasıız.” demişti, bu da hediyemiz demek ki…

M. S.’ye telefon etmeye davrandığımızda da, kendi telefonunu uzattı; bizim telefondan yurtdışı araması olacak ya. Çok ısrar edince kabul ettik biz de. Böyle taksici de dostlar başına. İkram, yardım, sohbet… Buralarda genellikle böyle insanlar. Bilmiyorum yabancılara daha mı özenli davranıyorlar, yoksa Türk olmamız mı etkiliyor; hiçbir fikrim yok.

Flashback’ten çıkarsak… Otele gelir gelmez yattık ama ben bir saat geçmeden bir karabasanla uyandım. Sinirlerim iyice bozuldu, uyku-uyanıklık arası halüsinasyona benzer birşeylerden… Ezan okunduktan sonra uyuyabildim. Sabah geç kalktığımız için konsolosluğa son dakikada yetiştik. Vekaletin yarından önce verilemeyeceğini söylediler. Akşam Tahran’a yola çıkacağımızdan bu işi orada halletmeye karar verdik.

Bu arada telefonum takside kalmış. M. S.’yi aradık ve arayan numaralardan Sadi’ye ulaşmasını rica ettik. Adam telefonu eve teslim etmiş yahu. Hemen arayıp teşekkür ettim.

Aynı gün akşamüstü Küçük Kara Balık başta birçok Türkçe’ye de çevrilmiş kitabın yazarı Behrengi’nin ağabeyiyle görüşmeye gittik. M. S. randevu ayarlamış, evinde görüştük. Müstakil, mütevazı bir ev. Eşiyle birlikte karşıladılar, hoş sohbet ve yine bol ikram oldu. Kahveler, çikolatalar, meyveler, çaylar… Oğullarını kaybetmişler, başsağlığı diledik. Birkaç fotoğraf çektik, görüşme notlarını ben aldım.

Zamanımız dar olduğu için kalktık, İstanbul’da görüşme dileklerimizi bildirdik. Taksiyle hemen istasyona gittik. Yaklaşık oniki saat yolumuz var.

Hemen vagon restorana geçip çay içtik, yemek -yani kebap ve pilav- yedik. Belki kompartımana dönüp uyumaya çalışırız. Altı kişi uyunacak aynı kompartımanda.

Tebriz’in bir kokusu olduğuna karar verdim. Bu Tebriz’in kokusu mu, İran’ın kokusu mu henüz bilmiyorum; bakacağım.

Burada kredi kartı kullanmak mümkün değil, yaygın olmadığını söylemiyorum, hiç yok. Hesabımızdan nakit de çekemiyoruz. Döviz bürosu filan da yok, Bank Melli’ye gideceksin. Sokakta karaborsacılar var o ayrı. Bir de bizdeki gibi kuyumcular da bu işlere bakıyor. Restoranda falan da yabancı para kabul etmiyorlar, Türkiye’de memnun oluyor esnaf döviz almaktan halbuki.

Petrol gani, ucuz mu ucuz. Öyle kredi kartı ağı, ATM işlemleri, cepte beş kuruş yokken harcama yapmak sözkonusu değil. Kredi kartı mağduru diye bir laf etseniz hayatta anlaşılmaz burada herhalde… Petrol fiyatlarının dalgalanmalarından başka bir parametre buraları esaslı bir şekilde etkilemez, bulandırmaz gibi.




14 Temmuz 2006 Cuma, Isfahan

Tahran’a vardık. İstasyondan çıkmak üzereyken gece vagon restorandaki sohbete katılmış olan taş ustası Ali, bir tür heyecanla bize yaklaşıp evine davet etti. Kısıtlı zaman için yaptığımız programı nasıl etkileyeceğini hesaplayamadığımızdan ve biraz da uykusuzlukla yorgunluğun etkisiyle daha sonra pişman olacağımız bir karar vererek gitmedik. Sonradan bayağı vahlandık.

İnternetten bulup not ettiğim yerlere bakmadan taksicinin önerdiği Ziba Hotel’e yerleştik. Hostelden pahalıydı, 38 bin tümen ödedik. Temiz ve rahattı. Yerleşir yerleşmez Tahran Konsolosluğu’na gittik. Arkadaşım para bozdururken, ben de vekaletle ilgili başvuruyu yaptım. Memur baştan normal konuşuyordu, bir-iki dakika sonra “Vekaleti neden burada vermeyi tercih ediyorsunuz?” dedi. (Vurgular memura ait.) Ben de bir-iki dakika intikal sorunu yaşadıktan ve memur masasına döndükten sonra sesimi yükselterek buralarda uğraşmaya bayılmadığımı, zaman sorunu yüzünden buradayken bu işi halletmek zorunda olduğumu, yoksa tercih falan etmediğimi belirttim. (Yaptığım vurgular beni biraz rahatlattı.) Memurun tavrı, artık benim sözlerimden mi, yoksa oradan birinin uyarmasıyla mı bilmem, değişti. Basbayağı nazikleşti, özür dilercesine nazik konuşan insanlar vardır ya, onlar gibi. Vekaleti yarın verecekler.

A.ya ulaşamıyoruz. Cep telefonunu başkası açıyor. Annesinin adresi var ama o da taşınmış, bu arada A. evlenmiş ve yeni telefonu bizde yok.

Akşamüstü N. ile buluştuk, bizi evine götürdü. Evi biraz uzakta, iyicene bir semtte. Mağazalar daha büyük ve aydınlık burada. Yoldan evi arayıp çocuklarına çay demlemelerini tembihledi. Biz de demli bir çay içebildik. Sonra yakındaki koruda yürüyüş yaptık, bir komşusu da bize katıldı. Eve dönünce hediyelerini verdik. Eşi R. eve gelmiş, salata yapıyordu. Kebap ve pilav ısmarlamış dışarıdan. Mantı yapacaktım onlara, ama yorgunum diye izin vermediler.

R. yorgun ve bezgin görünüyor. Yemekten sonra şehrin en yüksek noktasının dibinde (teleferik o saatte çalışmadığı için zirveye çıkamadık) yürüdük, çay içtik. Bizi otele bıraktılar. Otele yaklaşınca arkadaşım N.’ye “Tahran’a geldik.” dedi, o da anladı ve güldü. (Halkın ortamındaydık yani, onların lüks mahallesinden farklı olarak.)

Ertesi gün de A.’ya ulaşamadık ve Ata E. Rad’ı arayarak dergideki ofisine gittik. Daha doğrusu, vekaleti almış olduğumuz konsolosluğun önünden bizi almak için birini gönderdiler. Sohbet ettik, yemek yedik. Ata Bey bize birçok kartpostal bir de kitap hediye etti. Halılarını gösterdiler, güzel ipek halılar var. Aslında bizim hiçbir yerde bulamayacağımız kadar uygun fiyatlar, ama para harcayacak halde değiliz. İstersek daha sonra da talip olabiliriz herhalde.

Türkiye’den gelirken otobüste tanıştığımız ve Tahran’a geldiğimizde mutlaka aramamızı isteyen Muhammed’e telefon ettik. Beş dakika içinde Ata Bey’in ofisine geldi. “Ajanstan” klimalı taksi almış bizim için, arabanın içi de gıcır. Ama sorun oldu, taksici sigaraya izin vermiyor. Yol da beş on dakikalık bir mesafe değil ki. Ortam biraz gerilince lutfedip izin verdi ama biz inmek istedik. Başka bir taksiyle gittik.

İşyerine geldik, kardeşler kuzenler birarada çalıştıkları faks-fotokopi-tarayıcı satılan bir yer. Temiz ve fena döşenmemiş. Hemen meyve, çerez ve viski aldırdı Muhammed. Viski de teneke kutuda. Burda viskiyi fondip yapıyorlarmış, aslında bütün içkileri de… Muhammed’in kardeşi dışarı çıkmadan önce, bize göstermek için art arda iki bardak buzlu viskiyi yuvarladı. “Bizde sizdeki gibi değil, içki içmeyi bilmiyorlar.” diyor Muhammed. Akşamüzeri yola çıktık, Derbent’e gittik. Eğimli ve akarsulu bir yer, yüksek bacaklar üzerindeki platformda yere oturarak yemek yeniyor. Eskisine göre değişmiş, şimdiki halini ben yeni restoranlarla ve ışıltılı haliyle bizim Cezayir Sokağı’na benzettim. Yemekten sonra nargile içtik. Daha yüksek bir sete geçtik, yemek yenen yer göz önünde olduğu ve kadınların nargile içmesi yasak olduğu için nargileyi bir nevi üst kata koymuşlar.

Takside ve restoranda ödemeyi biz yaptığımız için Muhammed bozuldu. İstasyona geldiğimizde dönüşteki taksi parası için bize para vermeye kalkınca ortam gerginleşti. Neyse yola çıktık. Isfahan treni daha yeni ve temizdi. Vakitli yattık bu sefer, sabah dinlenmiş olarak kalktık.

Bu arada Tahran’da bir koku alamadım, herhalde o koku İran’a ait değil, Tebriz’in, ya da bana öyle geldi. Ya da belki koku falan yoktu ben uydurdum. (Bu koku iyi veya kötü anlamda değil, kendine özgülük kokusu gibi bir şey.)

Isfahan’da internetten aldıklarım arasında da yer alan Emir Kebir Hostel’e geldik. Duş alıp çıktık. Kahvaltı bize zayıf geldiği için, ayrıca saat üç ile altı arası restoranlar kapalı olduğu için bakkaldan birşeyler alıp parkta yedik. Parklar düzgün ve rağbet görüyor. Diğer şehirlerde de böyleydi. Sürekli insanlar var ve piknik halindeler.

Isfahan’da atmosfer, tavırlar biraz değişti. Neşeli hellolar, yolda yanaşıp sohbet etmeye çalışmalar… Nadiren de, yabancıdan hoşnut olmayan ya da şaşırmış bakışlar/yüzler.

Gelip rahatlarını kaçırdığımız kesin. Yaşamlarının bazı alanlarını bize göre düzenlemek zorunda kalıyorlar. Turist gelmeye başlayan yerler bir daha eskisi gibi olamıyor galiba. Karakterini kaybediyor.

Siosepol Köprüsü’nü geçip parkta oturduk. Isfahan daha sıcak ama bana daha ferah geldi. Akarsuyun etkisi mi, daha turistik bir yer olmasından dolayı daha rahat hissettirmesi mi, yoksa ziyaret edeceğimiz kimseler olmamasının etkisi mi, serbest hareket etmemiz mi bunun sebebi, bilmiyorum. Hepsidir belki.

Ali Kapu Camii’ni ziyaret ettik, fotoğraf çektik (çekmesek nasıl turist olacağız?) ve üst katta terasımsı bir yerde çay-nargile içtik. Burada Batılı turistler var. Çihel Sütun kapalıymış, yirmi sütun varmış da suya aksiyle kırk sütun oluyormuş. Biz de Ata Bey’in önermiş olduğu Şah Abbas Otel’e gittik. Gösterişli bir otel. Büyük, park gibi bir bahçesi var. Kapalı ve açık kısımdan oluşan çayhane, fast food ve içecekler bulunan açık kısım ve ortada da restoran var. Çaylardan sonra restorana geçtik. Burada birşeyler yiyebildim. Fileminyon gibi, kıvırcık salata gibi, balık gibi… Eh üzerine de okkalı kahve iyi gitti doğrusu. Türk kahvesini de çay gibi hafif yaptıklarından, daha önce içtiğimiz kahvelerden hoşlanmamıştık.

Hostele yürüyerek döndük. Isfahan sıcakları korkuttukları kadar değildi, bunalmadım. Zaten genel olarak sıcaktan bunalmadım İran’da, nem fazla olmadığından herhalde. Üzerimdeki giysi ve başörtüsü fazla sıkmadı. Kısa sürede alıştım. Yolculuklarda uyurken başım açılınca, uyandığım anda farkedip kapatıyorum, sanki yıllardır titizlikle başımı örtüyormuşum gibi. İnsan bir an olsun kapalı olması gerektiğini unutmaz mı? Yok vallahi unutmuyorum. Oturuşum kalkışım da değişti. Böyle bir hanım hanımcıklık geldi üzerime. Mahremiyette bir sakınca görmediğim gibi, kaçınılacak bir şey olarak da karşılamıyorum; rahatlıkla tercih edilebilir gibi…

Verilmiş sözler, yapılması gereken ziyaretler olmadığı için herhalde, kendimi daha serbest, daha rahat hissediyorum, yorulmuyorum. Yarın gece Şiraz’a gideceğiz.

Geleli nerdeyse bir hafta oldu, kitaplara elimi sürmedim. Dingin kalamadım hiç. Şimdi kitabıma kaldığım yerden devam edeceğim sevgili günlük(!).

Isfahan’daki ikinci günde (pazartesi) ne Çihel Sütun’a, ne Sallanan Minareler’e gittik. Vank Kilisesi ile yetinildi. Akşam yine Şah Abbas’ta yemek faslı oldu. Gece yolculuk Şiraz’a, bu kez otobüsle, tren yokmuş.

Şiraz’da Emir Kebir Otel’de önerilen Anvari Otel’e geldik ancak yer yok. Aynı sıradaki Sasan Otel’e yerleştik. Tebriz’deki mendeburdan sonra ilk sevmediğim resepsiyonist burdaki oldu. Otelden tarihi yerlere düzenlenen turları üç kez filan anlattı, salakmışız gibi; asıl kızdığım da “Kendi başınıza sakın gitmeyin, taksiler güvenli değil.” demesi oldu. Bu durumda kendimiz gitsek daha iyi olacağına kanaat getirdim hemen.

Öğleye kadar uyku faslından sonra atıştırma faslı geldi. Burada şoför Hadi ile gezdik. Kardeşi bir süre Türkiye’de üniversiteye devam etmiş. Bizi Sadi’nin ve Hafız’ın mezarlarına götürdü. Özellikle Hafız’ınki gerçekten anıtsal bir şey. Sadi’nin ziyaretinde müze bileti satmadılar bana. Orada anneler günü imiş, yani Hz. Fatma’nın doğumgünü, kadınlara ücretsizmiş. Hafız için bilet kesildi. Ziyaretçiler taşına el sürüyor, dua ediyorlar; muhtemelen yerliler. Daha sonra hangi akla hizmetse Taht-ı Cemşid’e (Persepolis) gittik. Burada da benden bilet almadılar. Şapur’un güzel olduğunu söyledi Hadi, ama geç olmuştu. Keşke oraya gitseydik.

Ertesi gün yolculuk devam edecek, kitap okuduktan sonra yatmakta fayda var.

Sabah, akşamdan aldığımız yeşil zeytin, beyaz peynir, yoğurt, portakal suyu ve ekmekle kahvaltı ettik.  Otobüs yolculuğu fazla yormadı. Isfahan istasyonuna yakın bir noktada indik. Saat yedi gibi biletleri aldık, onbire çeyrek kalana kadar merdivenlerde kitap okuduk, sigara ve çay içtik.

Tahran’dan Calus, Ramser ve Reşt’e, yani Hazar kıyısına otobüs-minibüs ne varsa aktararak gittik. Hiçbirinde kalmayı, ya da birkaç saat oyalanmayı bile düşünmedik. Denize yakın şeritte evler var, yazlık yerler ve oralardan denize girmek herhalde mümkün değil. Zaten maksat da denize girmek değildi, öyle olsa Türkiye’de bol bol bulabilirdik. Fakat gayet sıradan, diğer şehirlerden pek farkı olmayan kasabalar gibi göründüler gözüme.

O kadar yoldan sonra gözümüzü karartıp Tebriz’e yola çıktık. Orada İran Otel’de bu kez yer bulduk. Yaşlıca bir resepsiyonist vardı, soyisimlerini farklı görünce nedenini sordu. Yaratıcı arkadaşım da pasaportumun eski (sözde bekarlıktan kalma) olduğunu uyduruverdi. Öyle olsa yeni soyadımı şerh ettirmiş olmak gerekirdi halbuki. O da laf olsun diye sormuş demek ki, lafı uzatmadı. Buraya gelen hemcinslerimin anlattıklarına bakılırsa, evli olmayan bir çifte aynı odayı vermeleri imkansız, zira onlara sorarsanız garın merdivenlerinden giriş kapıları bile ayrı kullanılıyor!

Tebriz’de bu kez Kapalıçarşı’ya gittik, sekiz tane masa örtüsü (tabii çoğu hediyelik), bana da bir şal aldık. Sanırım çay-kahve-nargile filan içtik, fazlaca bir faaliyet olmadı. Sonra da, acaba otelde kalmasak ve geceyi yolda değerlendirsek mi fikri geldi. Aynen de öyle oldu. Yemekti, internet kafeydi derken akşamı ettik. Otelden eşyamızı alıp biletleri aldığımız ofise geldik. Otomobille çevreyoluna götürdüler, 15-20 dakika sonra otobüs geldi, herhalde Tahran’dan geliyordu.

Türkiye sınırında artık başımı açtım. Bu kez pasaport-gümrük işleri uzun sürmedi. Dönüşte yine malum Erzurum vb. hattından ilerledik. Yolüstü, yerleşim falan olmayan, dağlar arasında yeşillik bir yerde otobüs durdu; görünürde sadece bir manav vardı. Orada meyveler alındı, yıkandı, yendi…

Otobüse bindikten sonra Amasya’ya yaklaşığımızı gördük. İnelim mi, inelim!

Hava kararırken Öğretmenevi’ne geldik. Güzel bir çaya hasrettik. Yerleri olmadığı için çayları içtikten sonra önerdikleri otele geçtik. Nasıl bir otelse, odaları hücre gibi, penceresiz falan. Ama Amasya’dan bu kadar etkilenince kafaya fazla takmıyor insan. Şehir restoranında (bu restoran Yeşilırmak’ın hemen kenarında, Öğretmenevi’nin altında) mezeler, rakılar seyrimize eşlik etti. Gece serindi, ırmak sakindi, insanlar geceyarısına kadar sokaklardaydı…

29 Mart 2018 Perşembe

Performansçı geldi hanııım!

(Şubat 2010)

Performans ölçme diye çok mühim bir mezura var.
Çoğu beyaz yakalı bu işçiler gelişime açık, yaratıcı, dakik, becerikli midir? Zayıf yönleri nelerdir? Zam dönemlerinde, işten çıkartma (rutin taze kan arayışı) krizlerinde, işbu performans notu masaya yatırılır. Yüksek notlulara kârdan pay/sus payı verilir; diğerleri uyarılır. İşten atılması planlananlar, (kanunen haklı sebeple işten çıkarıp tazminat ödememek için) üst üste iki dönem uyarılmak suretiyle kapının önüne konulurlar.
İyi iş çıkarıp makbul sayılmayanlar da vardır: Kapının önüne konmaları rasyonel değildir; ama öte yandan, proaktif olmayan, hevesli görünmediklerinden etrafın motivasyonunu düşürebilecek bu kişilerin, orada çalışmaktan gurur duymadıkları da fark edilirse iş değişir.
Biyolojik varlığını sürdürmek için o hapishaneye girmeye razı olan, gardiyanlardan hiç hazzetmeyen bu kişiler arkalarına bakmadan kaçarlar.
Kalıcı olanlar: Ev-araba-eş almaya girişenler, evlâd-ü iyâl sahibi olup viran olası haneye mecbur kalanlar, bekâr kalan, evlense de çocuk doğurmayıp ferah feza mesaiye kalanlar. Hevesli değildirler, bu çarka zorunluluktan dişli olurlar.
Eve bakması gereken erkek olunca işten çıkarma sırası belirlenir: Bekâr, sorumluluğu olmayan (!) gencecik kadın ve erkekler; evli kadınlar (kocası geçindirir evi nasılsa); çocuksuz evli erkekler; evli, çocuklu erkekler.
Ev geçindirmek erkeğin sorumluluğunda sayılırken; kadının özgürlüğünün ekonomik bağımsızlıkla ilgisinden ve falan filândan bahsederek kadınları çalışma hayatına bağlarlar, ki bu anlaşılması göründüğü kadar zor olmayan bir paradokstur.
Kadınlar işgücünü bollaştırır, ücretleri düşürür. Gerektiğinde işsiz (yedek işgücü) yapılır, çalışmalarının gereği açıkça kanıtlanmıştır(!). Bekâr-çocuksuz erkekleri, evli-çocuklu kadınları ikame eder bekâr, sorumluluktan azade genç kadınlar.
İş görüşmelerinde insan kaynakçıları terbiyesizce soruyormuş: Nişanlılara Ne zaman evleneceksiniz?, evlilere Çocuk düşünüyor musunuz? Ne zaman? .
İnsanlar Çocuk yapmama taahhüdü iş sözleşmesine konulsa ne olur? diye soruyor. Çocuk doğurdunuz diye işten atamazlar dense de nafile.
Yuh! Bir de zorla doğum kontrolü uygulatsınlar! Öyle faşizan olur ki bu uygulama, kapitalizme pek yaraşır!
İşverenin çalışanlarda aradığı performans, makineler için de önemlidir. Onların performansı test edilir ve yıllar boyu izlenir. Yıprandıkça tamir masrafları artar ve yavaş yavaş hurdaya çıkarılmaları veya ucuza elden çıkarılmaları gerekir.
Metreslerde de performans aranır. Alımlı olması, sosyal ortamlarda taşınabilirliği, görgüsü-bilgisi, dostuna tapması, karısı gibi dırdır etmemesi, vb. Amortisman süreleri adamına göre değişir, eğer adamın cüzdanı/ensesi kalınsa. Cüzdan zayıflamışsa, metres adamı başından def eder. Kimi adam, sıkça metres değiştirir, kimi çok gençleri kovalar, kimi de metresini bir tür ikinci eşi sayar.
Sonuncular için, temelde duygusal bir sebep olabilir. Karısı gibi kendisini aşağılamayan bir metres, çocuğu gibi görüp şefkat de duyduğu genç metres vb.
Duygusal sebep makineler için de sözkonusu olabilir, işinin erbabı bir fabrika ustası alıştığı makineden ayrıldığına üzülebilir. Onunla iyi günde kötü günde kaderini paylaşmıştır. Daha gelişmiş bir makineye alışmanın güçlüğü, kendi performansını etkileyeceği aklına gelebilir.
Performans notu verenin duygusal tatmini nedir? Kendisine yalakalık yapılıp sahte övgüler düzülmesi.
Bu konu nereye bağlanacak? Belli olmaz. Yıllar önce birine: Sanki kendimizi satmak değil mi bizimkisi de? Çalışkanlığımızdan deneyimlerimize, bitirdiğimiz bu bu okullardan, bildiğimiz şu şu yabancı dillere kadar sayıp en iyi koşulları önerene koşarak gidiyoruz demiştim. Beyaz yakalarımızı titreterek düşündüğümüz şey beynimizi sattığımız olsa bile, bedenimizin de ofise, yani yeni nesil fabrikaya, işçilerin birer makine haline geldiği, çalıştıkça aptallaştığı, aptallaştıkça neye maruz kaldığını idrak edemeyecek düşkünlüğe eriştiği ofislere hapsedilmesine izin veriyorduk. Makineleşmek isteme şiirselliğine yükselmeyi tahayyül edemiyorum.
Plaza işçilerine, yöneticilerle ayrı dünyaların insanları olduklarını düşünmesinler diye, yöneticiliğe giriş tadında unvanlar verilir. Ücretli çalışmak özgürlükse eğer, ya hapishanenin özgürlük alanı olduğunu kabul etmek veya yapılan bu edime çalışmak değil, olsa olsa kahrolmasını istediğimiz ücretli kölelik demek gerekir.
Bir defasında, işyerinden -ama sadece o işyerinden - bunalmış bir iş arkadaşıma, sorunun orada olmadığını, her işyerinde fena halde satın alındığımızı, hatta sevişeceğimiz saatleri bile patronun belirlediğini söyleyivermiştim.
Açıklamak gereği doğdu hemen anlamayınca: Resmî tatil değilse, sabah vakti yahut öğleden sonra falan seviştiğin oldu mu?
Sevişecekseniz resmiyet içinde sevişin efendim!
Velhâsıl-ı kelâm, insan kaynakları nedir? Bence bildiğiniz personel işleri. Bir tiyatrocumuza göre, insan kaynağı anne rahmidir. Kulak tanığıyım, belge gösteremiyorum. Beyaz yakalı plaza personeli de işçidir, unvanları ve şık giyimleriyle işçi olduklarını unutma eğilimleri bunu değiştirmez.
Patronların rengi belli, işçilerin de öyle. Ama, amorf demeyi uygun bulduklarıma değinmemek olmaz.
Müdürler: Kanuna göre patron karşısında işçi, işçi karşısında patron vekili olanlar. Karakterlerindeki erime, işçinin ortama sürekli uyum sağlamak zorunda kalmaktan mütevellit karakterinin yıpranmasından çok daha fazladır. Bir yandan yala(kala)n(ıl)mak isterler, bir yandan da yala(kalan)mak zorundadırlar.
Allah kolaylık versin, onlarınki ne makine, ne metres, ne de işçi olmaya benzer, çoook performans gerektirir!

Yeni Başlayanlar İçin İş İlanı Okuma Rehberi

(Şubat 2010)

Şirket kültürü ve hedefleri nedir?
- Çalışanların belirli bir zihniyete sahip olmasına biz şirket kültürü diyoruz. Sürekli haklarının yendiğini iddia eden, koşulların iyileştirilmesini isteyen kişiler şirket kültüründen nasiplerini almamışlardır. Ancak çalıştığı firmanın işlerini kendi işi gibi benimseyen, şirkette yapılanları birinci çoğul şahıs ağzından anlatan, terfi etmek için arkadaşlarını göz kırpmadan harcayan kişiler şirket kültürünü almıştır. Şirket kültürünün aslında bu olduğunu gizleyecek durumlar itina ile yaratılır. Şirket hedefleri diye bir şey yoktur, şirketin yalnız ve ancak kâr etme hedefi vardır ve diğer her şey asıl hedefe hizmet etmektedir.
Dinamik bir ortam nedir?
- Her an her şeyin olabileceği; tam bir işi halletmeye çalıştığınız sırada aslında onu değil de bunu yapmanızın istendiği, personelin sık sık değiştiği, uygulamaların keyfi olduğu bir ortamdır. Bunu böyle anlatmaktansa 'dinamik' diyerek işi hallediyoruz.
Performans nedir?
- Performans Türkçe olmamasından dolayı havalı durduğundan kullanmayı tercih ediyoruz. Performansı yüksek demek, hasta hasta işe gelen, beğenmediği işyerini benimseyen, zamanla beğenmediğini de unutan, unvan ve para için çalışma arkadaşlarını satmaya meyilli, dedikodu satmanın inceliklerini bilen, şirketi/yöneticileri yücelten, işini görmek için her yola girebilen demektir. Performansı yükselten çok çalışmak değildir.
Kariyer nedir?
- Bu da yabancı, yani havalı bir sözcüktür. Kariyeri çalışana benimsetmek, işgücünün kendisini yeniden üretmesine ön ayak olmak demektir. Bu da şirket kültürü gibi, belirli bir zihniyeti temsil eder. Şirket kültürünün mühim bir parçasıdır. Mütemmim cüzüdür de denilebilir.
Kariyer hedefi nedir?
- Sürekli 'bir üst' unvanı ve 'daha fazla' bir ücreti istemek, bunlar için gereğini yapmaktır. Burada deşifre edilen anlamlarıyla, şirket kültürüne ve yüksek performansa sahip insan, farkında olmasa da kariyer hedefine sahiptir.
Kişisel gelişim nedir?
- 'Kişisel'likle yakından uzaktan ilgili değildir. Çalışanlara 'kişi'demek pek de mümkün olmadığından, onların kişisel gelişiminden söz edilemez. Ediliyorsa altında bir hinoğluhinlik mutlaka vardır.
Esnek çalışma saatleri nedir?
- Çalışma saatlerinin esnekliği, çalışma süresinin yukarıya esnemesi manasındadır. Sekiz saat çalışılan bir yerde, Ben bugün altı saat çalışıyorum, ne de olsa esnek çalışma saatleri demiştiniz. veya Ben sabah onbirde gelirim, sekiz saat sonra çıkarım. derseniz suratınıza dik dik bakılır. Aynı ücrete daha fazla çalışmanız beklenecek, bilesiniz.
Prezantabl nedir?
- Bu da havalı sözcüklerimizdendir. 'Dış görünümüne dikkat eden' diye ifade edenler de vardır. Dış görünümünüz, firmayı/yöneticileri temsil edecek ve ele güne karşı yüzlerini kara çıkarmayacak nitelikte olmalıdır. Prezantabl olmak çok çalışmakla ne kadar ilgisizse, yüksek performansla da o kadar ilgilidir.
İkna edici nedir?
- İlanda açıkça söz etmesek de, aslında biz sizi satışçı yapmak niyetindeyiz. Malı/hizmeti potansiyel müşteriye satmakta kararlı, almak istemeyenlere ısrarla yapışacak kadar yavşak olmanızı bekliyoruz.
Yönetici adayı nedir?
- Yeni mezunları alıp ucuza çalıştıracağız, en azından ileride yönetici olup unvan ve paraya kavuşacaklarını hayal ederlerse bu ücrete razı olurlar.
İnsan kaynakları nedir?
- İnsan kaynaklarının 'insan'(lık)la falan ilgisi yoktur. Olsa olsa insanlıktan çıkmak için gerekli koşulların sağlanıp benimsetildiği bir şeydir. Hammadde deposu gibi, alet çantası gibi bir şeydir. Bozulanın yerine her daim bir başkası, hem de daha ucuza temin edilebilir bu departman sayesinde. Arkadaşlarımız adamı gözünden tanır, iki dakikada kişiliğini test edip ipliğini pazara çıkarır. İşten çıkarmayı da işverenin elini kire bulaştırmadan becerirler.
İnsan kaynaklarını anlayabildiyseniz bile, öğrenci kaynakları nedir?
- Üniversitelerden şirket kültürüne sahip olanlar (özel üniversiteler yani), hem öğrencilerine bir zihniyet kazandırmak, hem de işe başladıklarında jargona yabancı kalmamalarını sağlamak üzere böyle güzide bir sözcük öbeği yaratmıştır.
Yaratıcılık nedir?
- Sanatsal bir şey değildir. Ücretli çalışmanın sanatsal bir yönü olmadığından, bambaşka bir şey kastedilmektedir. İşi halletmek için katakulli yapmaya müsait olmak, görev yaptığı alana göre değişen beceriler sergilemektir.
En az lise mezunu nedir?
- En az lise mezunu yazdığımızda, fakülte ve yüksekokul mezunlarından da özgeçmiş gelebiliyor. Böylece vermeyi planladığımız düşük ücret karşılığında, elinizi sallasanız çarpacağınız kadar çok bulunan, iş bulmaktan umudu kesmiş taze üniversite mezunlarına iş yaptırıp personeli ucuza kapatıyoruz.
Dönemsel eleman nedir?
- Bizimkisi sürekli yapılan bir iştir. Ama işçiyi yıllarca çalıştırınca giderek daha fazla izin kullandırmak, arada bir zam yapmak, işten çıkarmak gerektiğinde daha fazla tazminat ödemek zorunda kalıyoruz. Oysa birkaç ay çalıştırınca sorun kalmıyor. Hem ucuz, hem temiz iş!
Müdür nedir?
- Müdür de bir işçidir. Ama kıdemli bir işçidir. Kıdemi gereği, sıradan işçilere işverenlik taslaması gerekir. Oysa o da şirketimizin bir işçisidir. Tek fark, ağzına bir parmak bal çalınarak kendisine 'müdür'denilmesi ve dişe dokunur bir ücret verilmesidir. Yasal olarak, işçilere göre işveren vekili sayılsa bile, asıl işverene yani vekili olduğu kişiye göre de işçidir ki, tam da bu nedenle patrondan daha tehlikelidir. Ne de olsa patron ismiyle müsemmadır.
Bunlara, tuhaf durumları nedeniyle amorf veya bölünük personel diyebilirsiniz. Bilmemne müdürü ilanına başvurmak üzereyseniz, bunları bilmenizde fayda mülâhaza edilir.