(Temmuz 2006)
11
Temmuz 2006 Salı, Tebriz-Tahran Katarı
Üç
gün önce, cumartesi öğlen telaşlı bir hazırlığı takiben Aksaray’daki otobüs
firmasının bürosuna gittik. Gecikmiştik ama zaten ortada otobüs falan yoktu.
Servisle Laleli ofisine götürüp bir süre de orada beklettiler. Oradan Avrupa
Otogarı’na gidildi. Seyyar dondurmacıdan aldığımız dondurmayı otobüs kalkmadan
önce yedim. Otobüs bizimkilere nazaran biraz külüstür görünüyordu. Yol otuz
saat çekecekti. Gerçi sağda, orta kapının arkasında geniş bir yerdeydi koltuklar,
ayaklarımızı bayağı ileri uzatabilecektik.
1-2
saat rötarla hareket etmemiz yetmezmiş gibi, bir de İstanbul içi trafiğe
takıldık. Şehirlerarası yolda da zaman kaybettik, yol çalışması nedeniyle bir
süre köylerin içinden gittik. Muhtelif yerlerde bildik molalar verildi. İlk kez
Çorum, Erzurum gibi yerlerden geçmiş oldum. Erzurum’da iki saat kalacağımızı,
alışveriş için molanın uzun tutulduğunu söyleyen Türkmen arkadaşa güvenip
yemekten sonra büyükçene bir parkta dolaşıp fotoğraf çektik, çay içtik, kahve
içtik. Otobüse gelirken bizi aradıklarını anladık, yarım saattir
peşimizdelermiş.
Erzurum’dan
itibaren beni biraz heyecan sarmaya başladı. Otobüste herkesle sohbet eden,
Türkçesi düzgün bir genç, adı Muhammed, bizimle de alakadar oldu. Hatta şoförle
yanındaki koltuk arasında basamağa oturup sigara içtim sayesinde.
Doğubeyazıt
sınır kapısına yakın bir yerde sigara molası esnasında Emin’i aradık. Ev
tuttuğunu söyleyince bizde kalmasını teklif etmemize gerek kalmadı.
Muhammed
sürekli “Abla korkmuyor musun seni orda keserler diye?” diyor. İnce alay… Sınırdayız.
Muhammed pasaportlarımızı aldı ve işimizi beklemeden halletti. Daha sonra
bilgisayar kaydı ve pasaport kontrolü oldu. Aramalarda x-ray cihazı -olmasına
rağmen- kullanılmıyor. Valizlerin içini didik didik kontrol ettiklerini görünce
canım sıkıldı, sanırım suratım da biraz asıldı, ellemedik don-sutyen
bırakmazlar şimdi… Yaşlıca görevli yüz ifademden durumu anlamış gibi, ayrıca
biz onda güven uyandırıyormuşuz gibi, daha fermuarı iki santim açmıştım ki,
“Siz geçin.” dedi.
Kapıdan
geçmeden önce gerekli giysi ilavelerini yapmıştım. Üzerimdeki giysi fazla
uzunmuş Muhammed’e göre, “Bizim kızların yanında demode kalacaksın.” diyor.
Başımı da çok sıkı örtmüşüm, bir hamlede örtümü çıkardı ve şöyle gelişigüzel
dolayıverdi. Bekleme salonunda bizim otobüsten birkaç yolcu, biraz da hoşnut
bakışları eşliğinde bana gülümsüyordu. Bazısı da beni diğerine gösteriyordu.
Örtünmüş olmamdan çok, başı açık biri olarak ve örtünmeyi kabul ederek İran’a
gitmemden hoşnut kaldıklarını vehmettim.
Otobüsün
aranması uzun zaman aldı. Fazla yük nedeniyle rüşvet verildiğini söyleyenler
oldu, başka şeyler de dönüyor olabileceğini düşündüm. Nerden çıktıklarını
anlamadığım bir sürü yolcu, boş koltukları doldurdu. Hareketten bir süre sonra
otobüsün durmasıyla uyandım. Sigara içmeye çıktım. Bir kadın rahatsızlanmış,
bir başkası da onun koluna girmiş, diğer elinde de bir ibrik tutuyor. İshal
oldu herhalde.
Bayağı
yorgundum, ama uzun ve meşakkatli bir yolculuğu baştan göze aldığımdan olmalı,
fazladan bir yorgunluk hissetmedim. Uykumdan uyandırıldığımda artık sabah
olmuştu. Aslında iyi de oldu, daha erken gelsek otel aramak daha zor olacaktı.
Taksiyle
önce İran Otel’e, sonra internetten bulduğum birkaç otele baktık. Ya yer yoktu
ya da uygun değildi. Sonunda Pars Otel’de karar kıldık. Nobranın teki olan
yaşlı adam, sinekten yağ çıkarmaya kararlıymış ki, ortak kullanımda olan banyo
için bizden ayrıca para aldı.
Banyodan
sonra birkaç saat uyuduk ve dışarı çıktık. Çarşıda çay-kahve içerken Kemal’in
mesajını aldım: Ev satın alma işleri için süre kısıtlıydı ve ona vekaletname
çıkartmam gerekiyordu. Hemen konsolosluğa geldiysek de saat birde kapandığını
öğrendik, ertesi gün geleceğiz.
Ziyaret
edeceğimiz arkadaşa -ben henüz tanışmıyordum M. S. ile- telefon ettik. Akşam
için randevulaştık, evine davet etti. Düzgün bir apartman, temiz ve bakımlı;
daire de öyle. Bizim Suadiye’deki binalar gibi mesela. Kapıları otomatik
otopark, içinde müzik yayını olan asansör vb. Muhammed yeğeniyle kalıyor,
yeğeni resim bölümünden mezunmuş ve orada yüksek lisansa girememiş. M. S. Mimar
Sinan’a girmesini istiyor, mümkün olursa onun öğrenimi boyunca kendisi de
Türkiye’de kalmak ve çalışmak istiyor.
İkramların
sonu geldiğinde, artık restoranların kapanma saatine fazla bir şey kalmamıştı.
M. S. gittiğimiz lokantanın lüks bir yer olmadığını, ama iyi ve meşhur
olduğunu söyledi. Oturup sipariş verdikten sonra etrafı inceledim ve çevirimi
yaptım: Burası Sultanahmet Köftecisi!
Yemekten
sonra İl Gülü’ne gittik. Parka benzer kenar kısımda kiralık çadırlar diziliydi,
Tebriz akşamları serin olduğu için bir nevi yazlık yöre olarak görülüyor ve
kullanılıyor. Birer çay içtikten sonra kalktık, bizi otele bıraktılar.
M.
S.’ye gitmeden evvelki geziyi atladım. Konsolosluktan sonra, internetten
devşirdiğim “gezilecek yerler” listesini gözden geçirdik takside. Şoför Said’e
Kendovan’ı sorduk. “Gidersek görürsünüz, daha önce böyle bir yer
görmemişsinizdir.” dedi. Konuşkan ve
canayakın bir adam. Sürekli soruyor, anlatıyor. Yolda iki kez meyvesuyu alıp
ikram etti bize. Kaçak çalıştığı için şehir dışına çıkması yasakmış ama
kontrolden geçti nasıl bir açıklama yaptıysa artık… Bayağı bir yolmuş, ama
sonunda geldik. Taşlara kayalara evleri oymuşlar. Evlerde halen yaşıyorlar. 170
hane varmış, Hepsi de Türkmüş, taa Moğollar’dan beri burdalarmış bakkalın
demesi. Adam durup bize Türkiye’den ne getirdiniz, demez mi? Telaşlandık
vallahi. 2001 sigarasından açılmamış paket bulamadık maalesef. İçmesi için bir
tane ikram ettik, hediye veremedik…
Gün
boyu yemek yemediğimiz ve dönüşün de uzun süreceğini bildiğimiz için, su
kenarında abguşt yedik, sedir gibi yerlerde oturulan bir mekanda. Abguşt etli,
patatesli, nohutlu bir yemek. Yanında büyükçe bir havan tokmağına benzer metal
araç veriliyor, bununla ezilip yeniyor. Said ısrarımıza rağmen bize
katılmadığından, ona yemek ısmarlayamadık.
Arabaya
binice Said bir naylon poşet uzattı. Bu da çay gibi demlenip içilirmiş.
Fesleğene benzettim. Yalnız sıkı sıkı tembihledi: “Bunu Tebriz’deki
tanıdıklarınıza falan vermeyin, Türkiye’ye götürün.” Yolculuğun başında da
“Yeni evlisiiz herhal, hoş yaşıyasıız.” demişti, bu da hediyemiz demek ki…
M.
S.’ye telefon etmeye davrandığımızda da, kendi telefonunu uzattı; bizim
telefondan yurtdışı araması olacak ya. Çok ısrar edince kabul ettik biz de.
Böyle taksici de dostlar başına. İkram, yardım, sohbet… Buralarda genellikle
böyle insanlar. Bilmiyorum yabancılara daha mı özenli davranıyorlar, yoksa Türk
olmamız mı etkiliyor; hiçbir fikrim yok.
Flashback’ten
çıkarsak… Otele gelir gelmez yattık ama ben bir saat geçmeden bir karabasanla
uyandım. Sinirlerim iyice bozuldu, uyku-uyanıklık arası halüsinasyona benzer
birşeylerden… Ezan okunduktan sonra uyuyabildim. Sabah geç kalktığımız için
konsolosluğa son dakikada yetiştik. Vekaletin yarından önce verilemeyeceğini
söylediler. Akşam Tahran’a yola çıkacağımızdan bu işi orada halletmeye karar
verdik.
Bu
arada telefonum takside kalmış. M. S.’yi aradık ve arayan numaralardan Sadi’ye
ulaşmasını rica ettik. Adam telefonu eve teslim etmiş yahu. Hemen arayıp
teşekkür ettim.
Aynı
gün akşamüstü Küçük Kara Balık başta birçok Türkçe’ye de çevrilmiş kitabın
yazarı Behrengi’nin ağabeyiyle görüşmeye gittik. M. S. randevu ayarlamış,
evinde görüştük. Müstakil, mütevazı bir ev. Eşiyle birlikte karşıladılar, hoş
sohbet ve yine bol ikram oldu. Kahveler, çikolatalar, meyveler, çaylar…
Oğullarını kaybetmişler, başsağlığı diledik. Birkaç fotoğraf çektik, görüşme
notlarını ben aldım.
Zamanımız
dar olduğu için kalktık, İstanbul’da görüşme dileklerimizi bildirdik. Taksiyle
hemen istasyona gittik. Yaklaşık oniki saat yolumuz var.
Hemen
vagon restorana geçip çay içtik, yemek -yani kebap ve pilav- yedik. Belki
kompartımana dönüp uyumaya çalışırız. Altı kişi uyunacak aynı kompartımanda.
Tebriz’in
bir kokusu olduğuna karar verdim. Bu Tebriz’in kokusu mu, İran’ın kokusu mu
henüz bilmiyorum; bakacağım.
Burada
kredi kartı kullanmak mümkün değil, yaygın olmadığını söylemiyorum, hiç yok.
Hesabımızdan nakit de çekemiyoruz. Döviz bürosu filan da yok, Bank Melli’ye
gideceksin. Sokakta karaborsacılar var o ayrı. Bir de bizdeki gibi kuyumcular
da bu işlere bakıyor. Restoranda falan da yabancı para kabul etmiyorlar,
Türkiye’de memnun oluyor esnaf döviz almaktan halbuki.
Petrol
gani, ucuz mu ucuz. Öyle kredi kartı ağı, ATM işlemleri, cepte beş kuruş yokken
harcama yapmak sözkonusu değil. Kredi kartı mağduru diye bir laf etseniz
hayatta anlaşılmaz burada herhalde… Petrol fiyatlarının dalgalanmalarından
başka bir parametre buraları esaslı bir şekilde etkilemez, bulandırmaz gibi.
14
Temmuz 2006 Cuma, Isfahan
Tahran’a
vardık. İstasyondan çıkmak üzereyken gece vagon restorandaki sohbete katılmış
olan taş ustası Ali, bir tür heyecanla bize yaklaşıp evine davet etti. Kısıtlı
zaman için yaptığımız programı nasıl etkileyeceğini hesaplayamadığımızdan ve
biraz da uykusuzlukla yorgunluğun etkisiyle daha sonra pişman olacağımız bir
karar vererek gitmedik. Sonradan bayağı vahlandık.
İnternetten
bulup not ettiğim yerlere bakmadan taksicinin önerdiği Ziba Hotel’e yerleştik.
Hostelden pahalıydı, 38 bin tümen ödedik. Temiz ve rahattı. Yerleşir yerleşmez
Tahran Konsolosluğu’na gittik. Arkadaşım para bozdururken, ben de vekaletle
ilgili başvuruyu yaptım. Memur baştan normal konuşuyordu, bir-iki dakika sonra
“Vekaleti neden burada vermeyi tercih ediyorsunuz?” dedi. (Vurgular
memura ait.) Ben de bir-iki dakika intikal sorunu yaşadıktan ve memur masasına
döndükten sonra sesimi yükselterek buralarda uğraşmaya bayılmadığımı, zaman
sorunu yüzünden buradayken bu işi halletmek zorunda olduğumu, yoksa tercih
falan etmediğimi belirttim. (Yaptığım vurgular beni biraz rahatlattı.) Memurun
tavrı, artık benim sözlerimden mi, yoksa oradan birinin uyarmasıyla mı bilmem,
değişti. Basbayağı nazikleşti, özür dilercesine nazik konuşan insanlar vardır
ya, onlar gibi. Vekaleti yarın verecekler.
A.ya
ulaşamıyoruz. Cep telefonunu başkası açıyor. Annesinin adresi var ama o da
taşınmış, bu arada A. evlenmiş ve yeni telefonu bizde yok.
Akşamüstü
N. ile buluştuk, bizi evine götürdü. Evi biraz uzakta, iyicene bir semtte.
Mağazalar daha büyük ve aydınlık burada. Yoldan evi arayıp çocuklarına çay
demlemelerini tembihledi. Biz de demli bir çay içebildik. Sonra yakındaki
koruda yürüyüş yaptık, bir komşusu da bize katıldı. Eve dönünce hediyelerini
verdik. Eşi R. eve gelmiş, salata yapıyordu. Kebap ve pilav ısmarlamış
dışarıdan. Mantı yapacaktım onlara, ama yorgunum diye izin vermediler.
R.
yorgun ve bezgin görünüyor. Yemekten sonra şehrin en yüksek noktasının dibinde
(teleferik o saatte çalışmadığı için zirveye çıkamadık) yürüdük, çay içtik.
Bizi otele bıraktılar. Otele yaklaşınca arkadaşım N.’ye “Tahran’a geldik.”
dedi, o da anladı ve güldü. (Halkın ortamındaydık yani, onların lüks
mahallesinden farklı olarak.)
Ertesi
gün de A.’ya ulaşamadık ve Ata E. Rad’ı arayarak dergideki ofisine gittik. Daha
doğrusu, vekaleti almış olduğumuz konsolosluğun önünden bizi almak için birini
gönderdiler. Sohbet ettik, yemek yedik. Ata Bey bize birçok kartpostal bir de
kitap hediye etti. Halılarını gösterdiler, güzel ipek halılar var. Aslında
bizim hiçbir yerde bulamayacağımız kadar uygun fiyatlar, ama para harcayacak
halde değiliz. İstersek daha sonra da talip olabiliriz herhalde.
Türkiye’den
gelirken otobüste tanıştığımız ve Tahran’a geldiğimizde mutlaka aramamızı
isteyen Muhammed’e telefon ettik. Beş dakika içinde Ata Bey’in ofisine geldi.
“Ajanstan” klimalı taksi almış bizim için, arabanın içi de gıcır. Ama sorun
oldu, taksici sigaraya izin vermiyor. Yol da beş on dakikalık bir mesafe değil
ki. Ortam biraz gerilince lutfedip izin verdi ama biz inmek istedik. Başka bir
taksiyle gittik.
İşyerine
geldik, kardeşler kuzenler birarada çalıştıkları faks-fotokopi-tarayıcı satılan
bir yer. Temiz ve fena döşenmemiş. Hemen meyve, çerez ve viski aldırdı
Muhammed. Viski de teneke kutuda. Burda viskiyi fondip yapıyorlarmış, aslında
bütün içkileri de… Muhammed’in kardeşi dışarı çıkmadan önce, bize göstermek
için art arda iki bardak buzlu viskiyi yuvarladı. “Bizde sizdeki gibi değil,
içki içmeyi bilmiyorlar.” diyor Muhammed. Akşamüzeri yola çıktık, Derbent’e
gittik. Eğimli ve akarsulu bir yer, yüksek bacaklar üzerindeki platformda yere
oturarak yemek yeniyor. Eskisine göre değişmiş, şimdiki halini ben yeni
restoranlarla ve ışıltılı haliyle bizim Cezayir Sokağı’na benzettim. Yemekten
sonra nargile içtik. Daha yüksek bir sete geçtik, yemek yenen yer göz önünde
olduğu ve kadınların nargile içmesi yasak olduğu için nargileyi bir nevi üst
kata koymuşlar.
Takside
ve restoranda ödemeyi biz yaptığımız için Muhammed bozuldu. İstasyona
geldiğimizde dönüşteki taksi parası için bize para vermeye kalkınca ortam
gerginleşti. Neyse yola çıktık. Isfahan treni daha yeni ve temizdi. Vakitli
yattık bu sefer, sabah dinlenmiş olarak kalktık.
Bu
arada Tahran’da bir koku alamadım, herhalde o koku İran’a ait değil, Tebriz’in,
ya da bana öyle geldi. Ya da belki koku falan yoktu ben uydurdum. (Bu koku iyi
veya kötü anlamda değil, kendine özgülük kokusu gibi bir şey.)
Isfahan’da
internetten aldıklarım arasında da yer alan Emir Kebir Hostel’e geldik. Duş
alıp çıktık. Kahvaltı bize zayıf geldiği için, ayrıca saat üç ile altı arası
restoranlar kapalı olduğu için bakkaldan birşeyler alıp parkta yedik. Parklar
düzgün ve rağbet görüyor. Diğer şehirlerde de böyleydi. Sürekli insanlar var ve
piknik halindeler.
Isfahan’da
atmosfer, tavırlar biraz değişti. Neşeli hellolar, yolda yanaşıp sohbet etmeye
çalışmalar… Nadiren de, yabancıdan hoşnut olmayan ya da şaşırmış
bakışlar/yüzler.
Gelip
rahatlarını kaçırdığımız kesin. Yaşamlarının bazı alanlarını bize göre
düzenlemek zorunda kalıyorlar. Turist gelmeye başlayan yerler bir daha eskisi
gibi olamıyor galiba. Karakterini kaybediyor.
Siosepol
Köprüsü’nü geçip parkta oturduk. Isfahan daha sıcak ama bana daha ferah geldi.
Akarsuyun etkisi mi, daha turistik bir yer olmasından dolayı daha rahat
hissettirmesi mi, yoksa ziyaret edeceğimiz kimseler olmamasının etkisi mi,
serbest hareket etmemiz mi bunun sebebi, bilmiyorum. Hepsidir belki.
Ali
Kapu Camii’ni ziyaret ettik, fotoğraf çektik (çekmesek nasıl turist olacağız?)
ve üst katta terasımsı bir yerde çay-nargile içtik. Burada Batılı turistler
var. Çihel Sütun kapalıymış, yirmi sütun varmış da suya aksiyle kırk sütun
oluyormuş. Biz de Ata Bey’in önermiş olduğu Şah Abbas Otel’e gittik. Gösterişli
bir otel. Büyük, park gibi bir bahçesi var. Kapalı ve açık kısımdan oluşan
çayhane, fast food ve içecekler bulunan açık kısım ve ortada da restoran var.
Çaylardan sonra restorana geçtik. Burada birşeyler yiyebildim. Fileminyon gibi,
kıvırcık salata gibi, balık gibi… Eh üzerine de okkalı kahve iyi gitti doğrusu.
Türk kahvesini de çay gibi hafif yaptıklarından, daha önce içtiğimiz
kahvelerden hoşlanmamıştık.
Hostele
yürüyerek döndük. Isfahan sıcakları korkuttukları kadar değildi, bunalmadım.
Zaten genel olarak sıcaktan bunalmadım İran’da, nem fazla olmadığından
herhalde. Üzerimdeki giysi ve başörtüsü fazla sıkmadı. Kısa sürede alıştım.
Yolculuklarda uyurken başım açılınca, uyandığım anda farkedip kapatıyorum,
sanki yıllardır titizlikle başımı örtüyormuşum gibi. İnsan bir an olsun kapalı
olması gerektiğini unutmaz mı? Yok vallahi unutmuyorum. Oturuşum kalkışım da
değişti. Böyle bir hanım hanımcıklık geldi üzerime. Mahremiyette bir sakınca
görmediğim gibi, kaçınılacak bir şey olarak da karşılamıyorum; rahatlıkla
tercih edilebilir gibi…
Verilmiş
sözler, yapılması gereken ziyaretler olmadığı için herhalde, kendimi daha
serbest, daha rahat hissediyorum, yorulmuyorum. Yarın gece Şiraz’a gideceğiz.
Geleli
nerdeyse bir hafta oldu, kitaplara elimi sürmedim. Dingin kalamadım hiç. Şimdi
kitabıma kaldığım yerden devam edeceğim sevgili günlük(!).
Isfahan’daki
ikinci günde (pazartesi) ne Çihel Sütun’a, ne Sallanan Minareler’e gittik. Vank
Kilisesi ile yetinildi. Akşam yine Şah Abbas’ta yemek faslı oldu. Gece yolculuk
Şiraz’a, bu kez otobüsle, tren yokmuş.
Şiraz’da
Emir Kebir Otel’de önerilen Anvari Otel’e geldik ancak yer yok. Aynı sıradaki
Sasan Otel’e yerleştik. Tebriz’deki mendeburdan sonra ilk sevmediğim
resepsiyonist burdaki oldu. Otelden tarihi yerlere düzenlenen turları üç kez
filan anlattı, salakmışız gibi; asıl kızdığım da “Kendi başınıza sakın gitmeyin,
taksiler güvenli değil.” demesi oldu. Bu durumda kendimiz gitsek daha iyi
olacağına kanaat getirdim hemen.
Öğleye
kadar uyku faslından sonra atıştırma faslı geldi. Burada şoför Hadi ile gezdik.
Kardeşi bir süre Türkiye’de üniversiteye devam etmiş. Bizi Sadi’nin ve Hafız’ın
mezarlarına götürdü. Özellikle Hafız’ınki gerçekten anıtsal bir şey. Sadi’nin
ziyaretinde müze bileti satmadılar bana. Orada anneler günü imiş, yani Hz.
Fatma’nın doğumgünü, kadınlara ücretsizmiş. Hafız için bilet kesildi. Ziyaretçiler
taşına el sürüyor, dua ediyorlar; muhtemelen yerliler. Daha sonra hangi akla
hizmetse Taht-ı Cemşid’e (Persepolis) gittik. Burada da benden bilet almadılar.
Şapur’un güzel olduğunu söyledi Hadi, ama geç olmuştu. Keşke oraya gitseydik.
Ertesi
gün yolculuk devam edecek, kitap okuduktan sonra yatmakta fayda var.
Sabah,
akşamdan aldığımız yeşil zeytin, beyaz peynir, yoğurt, portakal suyu ve ekmekle
kahvaltı ettik. Otobüs yolculuğu fazla
yormadı. Isfahan istasyonuna yakın bir noktada indik. Saat yedi gibi biletleri
aldık, onbire çeyrek kalana kadar merdivenlerde kitap okuduk, sigara ve çay
içtik.
Tahran’dan
Calus, Ramser ve Reşt’e, yani Hazar kıyısına otobüs-minibüs ne varsa aktararak
gittik. Hiçbirinde kalmayı, ya da birkaç saat oyalanmayı bile düşünmedik.
Denize yakın şeritte evler var, yazlık yerler ve oralardan denize girmek
herhalde mümkün değil. Zaten maksat da denize girmek değildi, öyle olsa
Türkiye’de bol bol bulabilirdik. Fakat gayet sıradan, diğer şehirlerden pek
farkı olmayan kasabalar gibi göründüler gözüme.
O
kadar yoldan sonra gözümüzü karartıp Tebriz’e yola çıktık. Orada İran Otel’de
bu kez yer bulduk. Yaşlıca bir resepsiyonist vardı, soyisimlerini farklı
görünce nedenini sordu. Yaratıcı arkadaşım da pasaportumun eski (sözde
bekarlıktan kalma) olduğunu uyduruverdi. Öyle olsa yeni soyadımı şerh ettirmiş
olmak gerekirdi halbuki. O da laf olsun diye sormuş demek ki, lafı uzatmadı.
Buraya gelen hemcinslerimin anlattıklarına bakılırsa, evli olmayan bir çifte
aynı odayı vermeleri imkansız, zira onlara sorarsanız garın merdivenlerinden
giriş kapıları bile ayrı kullanılıyor!
Tebriz’de
bu kez Kapalıçarşı’ya gittik, sekiz tane masa örtüsü (tabii çoğu hediyelik),
bana da bir şal aldık. Sanırım çay-kahve-nargile filan içtik, fazlaca bir
faaliyet olmadı. Sonra da, acaba otelde kalmasak ve geceyi yolda değerlendirsek
mi fikri geldi. Aynen de öyle oldu. Yemekti, internet kafeydi derken akşamı
ettik. Otelden eşyamızı alıp biletleri aldığımız ofise geldik. Otomobille
çevreyoluna götürdüler, 15-20 dakika sonra otobüs geldi, herhalde Tahran’dan
geliyordu.
Türkiye
sınırında artık başımı açtım. Bu kez pasaport-gümrük işleri uzun sürmedi.
Dönüşte yine malum Erzurum vb. hattından ilerledik. Yolüstü, yerleşim falan
olmayan, dağlar arasında yeşillik bir yerde otobüs durdu; görünürde sadece bir
manav vardı. Orada meyveler alındı, yıkandı, yendi…
Otobüse
bindikten sonra Amasya’ya yaklaşığımızı gördük. İnelim mi, inelim!
Hava
kararırken Öğretmenevi’ne geldik. Güzel bir çaya hasrettik. Yerleri olmadığı
için çayları içtikten sonra önerdikleri otele geçtik. Nasıl bir otelse, odaları
hücre gibi, penceresiz falan. Ama Amasya’dan bu kadar etkilenince kafaya fazla
takmıyor insan. Şehir restoranında (bu restoran Yeşilırmak’ın hemen kenarında,
Öğretmenevi’nin altında) mezeler, rakılar seyrimize eşlik etti. Gece serindi,
ırmak sakindi, insanlar geceyarısına kadar sokaklardaydı…