30 Mart 2018 Cuma

İran'a Seyahat


(Temmuz 2006)

11 Temmuz 2006 Salı, Tebriz-Tahran Katarı

Üç gün önce, cumartesi öğlen telaşlı bir hazırlığı takiben Aksaray’daki otobüs firmasının bürosuna gittik. Gecikmiştik ama zaten ortada otobüs falan yoktu. Servisle Laleli ofisine götürüp bir süre de orada beklettiler. Oradan Avrupa Otogarı’na gidildi. Seyyar dondurmacıdan aldığımız dondurmayı otobüs kalkmadan önce yedim. Otobüs bizimkilere nazaran biraz külüstür görünüyordu. Yol otuz saat çekecekti. Gerçi sağda, orta kapının arkasında geniş bir yerdeydi koltuklar, ayaklarımızı bayağı ileri uzatabilecektik.

1-2 saat rötarla hareket etmemiz yetmezmiş gibi, bir de İstanbul içi trafiğe takıldık. Şehirlerarası yolda da zaman kaybettik, yol çalışması nedeniyle bir süre köylerin içinden gittik. Muhtelif yerlerde bildik molalar verildi. İlk kez Çorum, Erzurum gibi yerlerden geçmiş oldum. Erzurum’da iki saat kalacağımızı, alışveriş için molanın uzun tutulduğunu söyleyen Türkmen arkadaşa güvenip yemekten sonra büyükçene bir parkta dolaşıp fotoğraf çektik, çay içtik, kahve içtik. Otobüse gelirken bizi aradıklarını anladık, yarım saattir peşimizdelermiş.

Erzurum’dan itibaren beni biraz heyecan sarmaya başladı. Otobüste herkesle sohbet eden, Türkçesi düzgün bir genç, adı Muhammed, bizimle de alakadar oldu. Hatta şoförle yanındaki koltuk arasında basamağa oturup sigara içtim sayesinde.

Doğubeyazıt sınır kapısına yakın bir yerde sigara molası esnasında Emin’i aradık. Ev tuttuğunu söyleyince bizde kalmasını teklif etmemize gerek kalmadı.

Muhammed sürekli “Abla korkmuyor musun seni orda keserler diye?” diyor. İnce alay… Sınırdayız. Muhammed pasaportlarımızı aldı ve işimizi beklemeden halletti. Daha sonra bilgisayar kaydı ve pasaport kontrolü oldu. Aramalarda x-ray cihazı -olmasına rağmen- kullanılmıyor. Valizlerin içini didik didik kontrol ettiklerini görünce canım sıkıldı, sanırım suratım da biraz asıldı, ellemedik don-sutyen bırakmazlar şimdi… Yaşlıca görevli yüz ifademden durumu anlamış gibi, ayrıca biz onda güven uyandırıyormuşuz gibi, daha fermuarı iki santim açmıştım ki, “Siz geçin.” dedi.

Kapıdan geçmeden önce gerekli giysi ilavelerini yapmıştım. Üzerimdeki giysi fazla uzunmuş Muhammed’e göre, “Bizim kızların yanında demode kalacaksın.” diyor. Başımı da çok sıkı örtmüşüm, bir hamlede örtümü çıkardı ve şöyle gelişigüzel dolayıverdi. Bekleme salonunda bizim otobüsten birkaç yolcu, biraz da hoşnut bakışları eşliğinde bana gülümsüyordu. Bazısı da beni diğerine gösteriyordu. Örtünmüş olmamdan çok, başı açık biri olarak ve örtünmeyi kabul ederek İran’a gitmemden hoşnut kaldıklarını vehmettim.

Otobüsün aranması uzun zaman aldı. Fazla yük nedeniyle rüşvet verildiğini söyleyenler oldu, başka şeyler de dönüyor olabileceğini düşündüm. Nerden çıktıklarını anlamadığım bir sürü yolcu, boş koltukları doldurdu. Hareketten bir süre sonra otobüsün durmasıyla uyandım. Sigara içmeye çıktım. Bir kadın rahatsızlanmış, bir başkası da onun koluna girmiş, diğer elinde de bir ibrik tutuyor. İshal oldu herhalde.

Bayağı yorgundum, ama uzun ve meşakkatli bir yolculuğu baştan göze aldığımdan olmalı, fazladan bir yorgunluk hissetmedim. Uykumdan uyandırıldığımda artık sabah olmuştu. Aslında iyi de oldu, daha erken gelsek otel aramak daha zor olacaktı.

Taksiyle önce İran Otel’e, sonra internetten bulduğum birkaç otele baktık. Ya yer yoktu ya da uygun değildi. Sonunda Pars Otel’de karar kıldık. Nobranın teki olan yaşlı adam, sinekten yağ çıkarmaya kararlıymış ki, ortak kullanımda olan banyo için bizden ayrıca para aldı.

Banyodan sonra birkaç saat uyuduk ve dışarı çıktık. Çarşıda çay-kahve içerken Kemal’in mesajını aldım: Ev satın alma işleri için süre kısıtlıydı ve ona vekaletname çıkartmam gerekiyordu. Hemen konsolosluğa geldiysek de saat birde kapandığını öğrendik, ertesi gün geleceğiz.

Ziyaret edeceğimiz arkadaşa -ben henüz tanışmıyordum M. S. ile- telefon ettik. Akşam için randevulaştık, evine davet etti. Düzgün bir apartman, temiz ve bakımlı; daire de öyle. Bizim Suadiye’deki binalar gibi mesela. Kapıları otomatik otopark, içinde müzik yayını olan asansör vb. Muhammed yeğeniyle kalıyor, yeğeni resim bölümünden mezunmuş ve orada yüksek lisansa girememiş. M. S. Mimar Sinan’a girmesini istiyor, mümkün olursa onun öğrenimi boyunca kendisi de Türkiye’de kalmak ve çalışmak istiyor.

İkramların sonu geldiğinde, artık restoranların kapanma saatine fazla bir şey kalmamıştı. M. S. gittiğimiz lokantanın lüks bir yer olmadığını, ama iyi ve meşhur olduğunu söyledi. Oturup sipariş verdikten sonra etrafı inceledim ve çevirimi yaptım: Burası Sultanahmet Köftecisi!

Yemekten sonra İl Gülü’ne gittik. Parka benzer kenar kısımda kiralık çadırlar diziliydi, Tebriz akşamları serin olduğu için bir nevi yazlık yöre olarak görülüyor ve kullanılıyor. Birer çay içtikten sonra kalktık, bizi otele bıraktılar.

M. S.’ye gitmeden evvelki geziyi atladım. Konsolosluktan sonra, internetten devşirdiğim “gezilecek yerler” listesini gözden geçirdik takside. Şoför Said’e Kendovan’ı sorduk. “Gidersek görürsünüz, daha önce böyle bir yer görmemişsinizdir.” dedi.  Konuşkan ve canayakın bir adam. Sürekli soruyor, anlatıyor. Yolda iki kez meyvesuyu alıp ikram etti bize. Kaçak çalıştığı için şehir dışına çıkması yasakmış ama kontrolden geçti nasıl bir açıklama yaptıysa artık… Bayağı bir yolmuş, ama sonunda geldik. Taşlara kayalara evleri oymuşlar. Evlerde halen yaşıyorlar. 170 hane varmış, Hepsi de Türkmüş, taa Moğollar’dan beri burdalarmış bakkalın demesi. Adam durup bize Türkiye’den ne getirdiniz, demez mi? Telaşlandık vallahi. 2001 sigarasından açılmamış paket bulamadık maalesef. İçmesi için bir tane ikram ettik, hediye veremedik…

Gün boyu yemek yemediğimiz ve dönüşün de uzun süreceğini bildiğimiz için, su kenarında abguşt yedik, sedir gibi yerlerde oturulan bir mekanda. Abguşt etli, patatesli, nohutlu bir yemek. Yanında büyükçe bir havan tokmağına benzer metal araç veriliyor, bununla ezilip yeniyor. Said ısrarımıza rağmen bize katılmadığından, ona yemek ısmarlayamadık.

Arabaya binice Said bir naylon poşet uzattı. Bu da çay gibi demlenip içilirmiş. Fesleğene benzettim. Yalnız sıkı sıkı tembihledi: “Bunu Tebriz’deki tanıdıklarınıza falan vermeyin, Türkiye’ye götürün.” Yolculuğun başında da “Yeni evlisiiz herhal, hoş yaşıyasıız.” demişti, bu da hediyemiz demek ki…

M. S.’ye telefon etmeye davrandığımızda da, kendi telefonunu uzattı; bizim telefondan yurtdışı araması olacak ya. Çok ısrar edince kabul ettik biz de. Böyle taksici de dostlar başına. İkram, yardım, sohbet… Buralarda genellikle böyle insanlar. Bilmiyorum yabancılara daha mı özenli davranıyorlar, yoksa Türk olmamız mı etkiliyor; hiçbir fikrim yok.

Flashback’ten çıkarsak… Otele gelir gelmez yattık ama ben bir saat geçmeden bir karabasanla uyandım. Sinirlerim iyice bozuldu, uyku-uyanıklık arası halüsinasyona benzer birşeylerden… Ezan okunduktan sonra uyuyabildim. Sabah geç kalktığımız için konsolosluğa son dakikada yetiştik. Vekaletin yarından önce verilemeyeceğini söylediler. Akşam Tahran’a yola çıkacağımızdan bu işi orada halletmeye karar verdik.

Bu arada telefonum takside kalmış. M. S.’yi aradık ve arayan numaralardan Sadi’ye ulaşmasını rica ettik. Adam telefonu eve teslim etmiş yahu. Hemen arayıp teşekkür ettim.

Aynı gün akşamüstü Küçük Kara Balık başta birçok Türkçe’ye de çevrilmiş kitabın yazarı Behrengi’nin ağabeyiyle görüşmeye gittik. M. S. randevu ayarlamış, evinde görüştük. Müstakil, mütevazı bir ev. Eşiyle birlikte karşıladılar, hoş sohbet ve yine bol ikram oldu. Kahveler, çikolatalar, meyveler, çaylar… Oğullarını kaybetmişler, başsağlığı diledik. Birkaç fotoğraf çektik, görüşme notlarını ben aldım.

Zamanımız dar olduğu için kalktık, İstanbul’da görüşme dileklerimizi bildirdik. Taksiyle hemen istasyona gittik. Yaklaşık oniki saat yolumuz var.

Hemen vagon restorana geçip çay içtik, yemek -yani kebap ve pilav- yedik. Belki kompartımana dönüp uyumaya çalışırız. Altı kişi uyunacak aynı kompartımanda.

Tebriz’in bir kokusu olduğuna karar verdim. Bu Tebriz’in kokusu mu, İran’ın kokusu mu henüz bilmiyorum; bakacağım.

Burada kredi kartı kullanmak mümkün değil, yaygın olmadığını söylemiyorum, hiç yok. Hesabımızdan nakit de çekemiyoruz. Döviz bürosu filan da yok, Bank Melli’ye gideceksin. Sokakta karaborsacılar var o ayrı. Bir de bizdeki gibi kuyumcular da bu işlere bakıyor. Restoranda falan da yabancı para kabul etmiyorlar, Türkiye’de memnun oluyor esnaf döviz almaktan halbuki.

Petrol gani, ucuz mu ucuz. Öyle kredi kartı ağı, ATM işlemleri, cepte beş kuruş yokken harcama yapmak sözkonusu değil. Kredi kartı mağduru diye bir laf etseniz hayatta anlaşılmaz burada herhalde… Petrol fiyatlarının dalgalanmalarından başka bir parametre buraları esaslı bir şekilde etkilemez, bulandırmaz gibi.




14 Temmuz 2006 Cuma, Isfahan

Tahran’a vardık. İstasyondan çıkmak üzereyken gece vagon restorandaki sohbete katılmış olan taş ustası Ali, bir tür heyecanla bize yaklaşıp evine davet etti. Kısıtlı zaman için yaptığımız programı nasıl etkileyeceğini hesaplayamadığımızdan ve biraz da uykusuzlukla yorgunluğun etkisiyle daha sonra pişman olacağımız bir karar vererek gitmedik. Sonradan bayağı vahlandık.

İnternetten bulup not ettiğim yerlere bakmadan taksicinin önerdiği Ziba Hotel’e yerleştik. Hostelden pahalıydı, 38 bin tümen ödedik. Temiz ve rahattı. Yerleşir yerleşmez Tahran Konsolosluğu’na gittik. Arkadaşım para bozdururken, ben de vekaletle ilgili başvuruyu yaptım. Memur baştan normal konuşuyordu, bir-iki dakika sonra “Vekaleti neden burada vermeyi tercih ediyorsunuz?” dedi. (Vurgular memura ait.) Ben de bir-iki dakika intikal sorunu yaşadıktan ve memur masasına döndükten sonra sesimi yükselterek buralarda uğraşmaya bayılmadığımı, zaman sorunu yüzünden buradayken bu işi halletmek zorunda olduğumu, yoksa tercih falan etmediğimi belirttim. (Yaptığım vurgular beni biraz rahatlattı.) Memurun tavrı, artık benim sözlerimden mi, yoksa oradan birinin uyarmasıyla mı bilmem, değişti. Basbayağı nazikleşti, özür dilercesine nazik konuşan insanlar vardır ya, onlar gibi. Vekaleti yarın verecekler.

A.ya ulaşamıyoruz. Cep telefonunu başkası açıyor. Annesinin adresi var ama o da taşınmış, bu arada A. evlenmiş ve yeni telefonu bizde yok.

Akşamüstü N. ile buluştuk, bizi evine götürdü. Evi biraz uzakta, iyicene bir semtte. Mağazalar daha büyük ve aydınlık burada. Yoldan evi arayıp çocuklarına çay demlemelerini tembihledi. Biz de demli bir çay içebildik. Sonra yakındaki koruda yürüyüş yaptık, bir komşusu da bize katıldı. Eve dönünce hediyelerini verdik. Eşi R. eve gelmiş, salata yapıyordu. Kebap ve pilav ısmarlamış dışarıdan. Mantı yapacaktım onlara, ama yorgunum diye izin vermediler.

R. yorgun ve bezgin görünüyor. Yemekten sonra şehrin en yüksek noktasının dibinde (teleferik o saatte çalışmadığı için zirveye çıkamadık) yürüdük, çay içtik. Bizi otele bıraktılar. Otele yaklaşınca arkadaşım N.’ye “Tahran’a geldik.” dedi, o da anladı ve güldü. (Halkın ortamındaydık yani, onların lüks mahallesinden farklı olarak.)

Ertesi gün de A.’ya ulaşamadık ve Ata E. Rad’ı arayarak dergideki ofisine gittik. Daha doğrusu, vekaleti almış olduğumuz konsolosluğun önünden bizi almak için birini gönderdiler. Sohbet ettik, yemek yedik. Ata Bey bize birçok kartpostal bir de kitap hediye etti. Halılarını gösterdiler, güzel ipek halılar var. Aslında bizim hiçbir yerde bulamayacağımız kadar uygun fiyatlar, ama para harcayacak halde değiliz. İstersek daha sonra da talip olabiliriz herhalde.

Türkiye’den gelirken otobüste tanıştığımız ve Tahran’a geldiğimizde mutlaka aramamızı isteyen Muhammed’e telefon ettik. Beş dakika içinde Ata Bey’in ofisine geldi. “Ajanstan” klimalı taksi almış bizim için, arabanın içi de gıcır. Ama sorun oldu, taksici sigaraya izin vermiyor. Yol da beş on dakikalık bir mesafe değil ki. Ortam biraz gerilince lutfedip izin verdi ama biz inmek istedik. Başka bir taksiyle gittik.

İşyerine geldik, kardeşler kuzenler birarada çalıştıkları faks-fotokopi-tarayıcı satılan bir yer. Temiz ve fena döşenmemiş. Hemen meyve, çerez ve viski aldırdı Muhammed. Viski de teneke kutuda. Burda viskiyi fondip yapıyorlarmış, aslında bütün içkileri de… Muhammed’in kardeşi dışarı çıkmadan önce, bize göstermek için art arda iki bardak buzlu viskiyi yuvarladı. “Bizde sizdeki gibi değil, içki içmeyi bilmiyorlar.” diyor Muhammed. Akşamüzeri yola çıktık, Derbent’e gittik. Eğimli ve akarsulu bir yer, yüksek bacaklar üzerindeki platformda yere oturarak yemek yeniyor. Eskisine göre değişmiş, şimdiki halini ben yeni restoranlarla ve ışıltılı haliyle bizim Cezayir Sokağı’na benzettim. Yemekten sonra nargile içtik. Daha yüksek bir sete geçtik, yemek yenen yer göz önünde olduğu ve kadınların nargile içmesi yasak olduğu için nargileyi bir nevi üst kata koymuşlar.

Takside ve restoranda ödemeyi biz yaptığımız için Muhammed bozuldu. İstasyona geldiğimizde dönüşteki taksi parası için bize para vermeye kalkınca ortam gerginleşti. Neyse yola çıktık. Isfahan treni daha yeni ve temizdi. Vakitli yattık bu sefer, sabah dinlenmiş olarak kalktık.

Bu arada Tahran’da bir koku alamadım, herhalde o koku İran’a ait değil, Tebriz’in, ya da bana öyle geldi. Ya da belki koku falan yoktu ben uydurdum. (Bu koku iyi veya kötü anlamda değil, kendine özgülük kokusu gibi bir şey.)

Isfahan’da internetten aldıklarım arasında da yer alan Emir Kebir Hostel’e geldik. Duş alıp çıktık. Kahvaltı bize zayıf geldiği için, ayrıca saat üç ile altı arası restoranlar kapalı olduğu için bakkaldan birşeyler alıp parkta yedik. Parklar düzgün ve rağbet görüyor. Diğer şehirlerde de böyleydi. Sürekli insanlar var ve piknik halindeler.

Isfahan’da atmosfer, tavırlar biraz değişti. Neşeli hellolar, yolda yanaşıp sohbet etmeye çalışmalar… Nadiren de, yabancıdan hoşnut olmayan ya da şaşırmış bakışlar/yüzler.

Gelip rahatlarını kaçırdığımız kesin. Yaşamlarının bazı alanlarını bize göre düzenlemek zorunda kalıyorlar. Turist gelmeye başlayan yerler bir daha eskisi gibi olamıyor galiba. Karakterini kaybediyor.

Siosepol Köprüsü’nü geçip parkta oturduk. Isfahan daha sıcak ama bana daha ferah geldi. Akarsuyun etkisi mi, daha turistik bir yer olmasından dolayı daha rahat hissettirmesi mi, yoksa ziyaret edeceğimiz kimseler olmamasının etkisi mi, serbest hareket etmemiz mi bunun sebebi, bilmiyorum. Hepsidir belki.

Ali Kapu Camii’ni ziyaret ettik, fotoğraf çektik (çekmesek nasıl turist olacağız?) ve üst katta terasımsı bir yerde çay-nargile içtik. Burada Batılı turistler var. Çihel Sütun kapalıymış, yirmi sütun varmış da suya aksiyle kırk sütun oluyormuş. Biz de Ata Bey’in önermiş olduğu Şah Abbas Otel’e gittik. Gösterişli bir otel. Büyük, park gibi bir bahçesi var. Kapalı ve açık kısımdan oluşan çayhane, fast food ve içecekler bulunan açık kısım ve ortada da restoran var. Çaylardan sonra restorana geçtik. Burada birşeyler yiyebildim. Fileminyon gibi, kıvırcık salata gibi, balık gibi… Eh üzerine de okkalı kahve iyi gitti doğrusu. Türk kahvesini de çay gibi hafif yaptıklarından, daha önce içtiğimiz kahvelerden hoşlanmamıştık.

Hostele yürüyerek döndük. Isfahan sıcakları korkuttukları kadar değildi, bunalmadım. Zaten genel olarak sıcaktan bunalmadım İran’da, nem fazla olmadığından herhalde. Üzerimdeki giysi ve başörtüsü fazla sıkmadı. Kısa sürede alıştım. Yolculuklarda uyurken başım açılınca, uyandığım anda farkedip kapatıyorum, sanki yıllardır titizlikle başımı örtüyormuşum gibi. İnsan bir an olsun kapalı olması gerektiğini unutmaz mı? Yok vallahi unutmuyorum. Oturuşum kalkışım da değişti. Böyle bir hanım hanımcıklık geldi üzerime. Mahremiyette bir sakınca görmediğim gibi, kaçınılacak bir şey olarak da karşılamıyorum; rahatlıkla tercih edilebilir gibi…

Verilmiş sözler, yapılması gereken ziyaretler olmadığı için herhalde, kendimi daha serbest, daha rahat hissediyorum, yorulmuyorum. Yarın gece Şiraz’a gideceğiz.

Geleli nerdeyse bir hafta oldu, kitaplara elimi sürmedim. Dingin kalamadım hiç. Şimdi kitabıma kaldığım yerden devam edeceğim sevgili günlük(!).

Isfahan’daki ikinci günde (pazartesi) ne Çihel Sütun’a, ne Sallanan Minareler’e gittik. Vank Kilisesi ile yetinildi. Akşam yine Şah Abbas’ta yemek faslı oldu. Gece yolculuk Şiraz’a, bu kez otobüsle, tren yokmuş.

Şiraz’da Emir Kebir Otel’de önerilen Anvari Otel’e geldik ancak yer yok. Aynı sıradaki Sasan Otel’e yerleştik. Tebriz’deki mendeburdan sonra ilk sevmediğim resepsiyonist burdaki oldu. Otelden tarihi yerlere düzenlenen turları üç kez filan anlattı, salakmışız gibi; asıl kızdığım da “Kendi başınıza sakın gitmeyin, taksiler güvenli değil.” demesi oldu. Bu durumda kendimiz gitsek daha iyi olacağına kanaat getirdim hemen.

Öğleye kadar uyku faslından sonra atıştırma faslı geldi. Burada şoför Hadi ile gezdik. Kardeşi bir süre Türkiye’de üniversiteye devam etmiş. Bizi Sadi’nin ve Hafız’ın mezarlarına götürdü. Özellikle Hafız’ınki gerçekten anıtsal bir şey. Sadi’nin ziyaretinde müze bileti satmadılar bana. Orada anneler günü imiş, yani Hz. Fatma’nın doğumgünü, kadınlara ücretsizmiş. Hafız için bilet kesildi. Ziyaretçiler taşına el sürüyor, dua ediyorlar; muhtemelen yerliler. Daha sonra hangi akla hizmetse Taht-ı Cemşid’e (Persepolis) gittik. Burada da benden bilet almadılar. Şapur’un güzel olduğunu söyledi Hadi, ama geç olmuştu. Keşke oraya gitseydik.

Ertesi gün yolculuk devam edecek, kitap okuduktan sonra yatmakta fayda var.

Sabah, akşamdan aldığımız yeşil zeytin, beyaz peynir, yoğurt, portakal suyu ve ekmekle kahvaltı ettik.  Otobüs yolculuğu fazla yormadı. Isfahan istasyonuna yakın bir noktada indik. Saat yedi gibi biletleri aldık, onbire çeyrek kalana kadar merdivenlerde kitap okuduk, sigara ve çay içtik.

Tahran’dan Calus, Ramser ve Reşt’e, yani Hazar kıyısına otobüs-minibüs ne varsa aktararak gittik. Hiçbirinde kalmayı, ya da birkaç saat oyalanmayı bile düşünmedik. Denize yakın şeritte evler var, yazlık yerler ve oralardan denize girmek herhalde mümkün değil. Zaten maksat da denize girmek değildi, öyle olsa Türkiye’de bol bol bulabilirdik. Fakat gayet sıradan, diğer şehirlerden pek farkı olmayan kasabalar gibi göründüler gözüme.

O kadar yoldan sonra gözümüzü karartıp Tebriz’e yola çıktık. Orada İran Otel’de bu kez yer bulduk. Yaşlıca bir resepsiyonist vardı, soyisimlerini farklı görünce nedenini sordu. Yaratıcı arkadaşım da pasaportumun eski (sözde bekarlıktan kalma) olduğunu uyduruverdi. Öyle olsa yeni soyadımı şerh ettirmiş olmak gerekirdi halbuki. O da laf olsun diye sormuş demek ki, lafı uzatmadı. Buraya gelen hemcinslerimin anlattıklarına bakılırsa, evli olmayan bir çifte aynı odayı vermeleri imkansız, zira onlara sorarsanız garın merdivenlerinden giriş kapıları bile ayrı kullanılıyor!

Tebriz’de bu kez Kapalıçarşı’ya gittik, sekiz tane masa örtüsü (tabii çoğu hediyelik), bana da bir şal aldık. Sanırım çay-kahve-nargile filan içtik, fazlaca bir faaliyet olmadı. Sonra da, acaba otelde kalmasak ve geceyi yolda değerlendirsek mi fikri geldi. Aynen de öyle oldu. Yemekti, internet kafeydi derken akşamı ettik. Otelden eşyamızı alıp biletleri aldığımız ofise geldik. Otomobille çevreyoluna götürdüler, 15-20 dakika sonra otobüs geldi, herhalde Tahran’dan geliyordu.

Türkiye sınırında artık başımı açtım. Bu kez pasaport-gümrük işleri uzun sürmedi. Dönüşte yine malum Erzurum vb. hattından ilerledik. Yolüstü, yerleşim falan olmayan, dağlar arasında yeşillik bir yerde otobüs durdu; görünürde sadece bir manav vardı. Orada meyveler alındı, yıkandı, yendi…

Otobüse bindikten sonra Amasya’ya yaklaşığımızı gördük. İnelim mi, inelim!

Hava kararırken Öğretmenevi’ne geldik. Güzel bir çaya hasrettik. Yerleri olmadığı için çayları içtikten sonra önerdikleri otele geçtik. Nasıl bir otelse, odaları hücre gibi, penceresiz falan. Ama Amasya’dan bu kadar etkilenince kafaya fazla takmıyor insan. Şehir restoranında (bu restoran Yeşilırmak’ın hemen kenarında, Öğretmenevi’nin altında) mezeler, rakılar seyrimize eşlik etti. Gece serindi, ırmak sakindi, insanlar geceyarısına kadar sokaklardaydı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder