(Sınırda Edebiyat Yaşam Eleştiri dergisinin Mayıs-Ağustos 2007, 7. sayısında yayımlandı.
11 Aralık 2006'da New Statesman'ın web sitesi www.newstatesman.com'da yayımlanan Ziauddin Sardar'ın yazısından çevirdim.)
Martin Amis, Salman Rüşdi ve Ian McEwan İngiliz edebiyatına egemenler ve bilindiği üzere İslam'ın uygarlığı tehdit ettiğine inanıyorlar.
En ünlü çağdaş yazarların çoğunun isimleri, uluslararası markalar hale gelmeye başladı. Konuştuklarında dünya onları dinliyor. Ve sadece yapıtlarının içinden değil, gazetelerin fikir köşeleri, etkili dergiler, televizyon sohbet programları ve edebiyat festivalleri aracılığıyla giderek daha fazla konuşuyorlar. Romancılar yalnızca romancı olmaktan çıktılar -onlar aynı zamanda dünyada sanat, hayat ve politikadan uygarlığa kadar her konuda görüşlerimizi biçimlendiren akıl hocaları.
Onlardan ne istediğimiz açık: İnsanlık durumunun iç yüzünü kavramak. İnsanlık tarihindeki en elverişli koşullardan terörü, savaşı ve karşılıklı korku ve nefrette temellenen bir gerilim artışını yarattık. İnsanlık kuşkusuz yardıma muhtaç. Ama bu ihtiyaç kısacık edebi konuşmalarla giderilebilir mi? Edebi akıl hocaları bilmecelerimizin iç yüzünü en iyi şekilde kavramamızı sağlıyorlar mı veya geleceğe dair iyi rehberler mi?
İngiliz edebiyat manzarasına üç yazar egemen: Martin Amis, Salman Rüşdi, ve Ian McEwan. Üçü de çağımızın merkezi ikilemi üzerine düşünüyor: Terör. Hatta Amis, "horrorism" diye adlandırdığı konuda bir tür manifesto yayınladı. Farklı tarzları, yaklaşımları ve görüşleri tutarlı bir duruş belirliyor. Onlar İngiliz edebiyatının yeni muhafazakarlarının öncü güçleri, veya "Blitconlar" da diyebilirsiniz onlara.
Blitconlar'ın insanlık durumuna dair hazır bir reçeteleri, her derde deva bir kocakarı ilaçları var. Dünyanın politik gündemini yaratmak için şöhretlerini kullanıyorlar. 11 Eylül sonrasındaki koşullar hakkında onca düşünmelerine karşın, dünyaya ilişkin radikal bir bakış açısı sunamıyorlar. Yazıları, kavrayış ve edebiyatlarındaki derin kökleri besleyen görüşlere, bir geleneğe yaslanıyor. Romanın politik hedefini gerçekleştirecek olan öncüler hiç değiller, ancak çağdaş romanın dünya üzerindeki gerçek gücünü, dikkatimizi belirli bir noktaya çekme yeteneklerini ilk değerlendirecek olanlar onlar. Blitconlar'ın gelenekselciliklerinin ne derece farkında oldukları sorulabilir. Bu sorunun mutlaka önlerine konulması gerekiyor. Nereden geliyorsunuz? Ve bizi nereye götürüyorsunuz?
Blitcon projesi, her biri tek boyutlu olan üç tuhaf görüşe, fantazi-kavrama yaslanıyor: Birincisi, Amerikan kültürünün mutlak üstünlüğü. Blitcon edebiyatı 21. yüzyılın oryantalizmidir, genelde batı üstünlüğe dair vurguyu, Amerikan özgürlük fikrinin üstünlüğüne kaydırır. Bu değişme, Amerikan kültürünün bütün olası dünyaların en iyisinden de en iyisi olduğunu ileri süren, etkili akademisyen ve The Closing of The American Mind (1987) [Amerikan Aklının Sonu] kitabının yazarı Allan Bloom'a kadar geri götürülebilir. Bloom, romanında Bloom'un fikirlerini tanıtan sormancı Saul Bellow'un yakın arkadaşıydı: Bir "western-civ" [batı uygarlığı"] düşünürü hakkındaki romanı, Mr Sammler's Planet [Bay Sammler'ın Gezegeni] iyi bir örnektir. Bellow, 2000 yılında son romanı Ravelstein'ı yazdı, görüşleri açıktan açığa politik yapılanmaya paralel hale geldi -bu, hem Bloom'un, hem de eski Bsuh yönetiminin aparatı, şimdi Dünya Bankası'nın başı olan Paul Wolfowitz'i oldukça sempatik gösterme ve hafifçe romanlaştırmayı da kapsamaktadır.
Bellow Blitcon hareketinin vaftiz babasıdır ve Amis, Rüşdi ve McEwan'ın yazdıkları üzerindeki etkisi açıktır. Bellow gibi Amis de kanonun korunmasına kafayı takmıştır. The War Against Cliché'de [Cliché Karşıtı Savaş] (2001) "sadece bir tür yazı vardır o da kabiliyetin ürünü olan" görüşünde ısrar etmektedir. Fakat yetenekli olanlar hangileridir? Sadece, "duvardan duvara beyaz adamlar" anlamında batı kanonunun parçası olanlar mı? John Updike, Anthony Burgess, Gore Vidal ve Vladimir Nabokov. Kadınlara (Jane Austin dışında) ve batılı olmayan yazarlara (İslam'dan neftret eden V. S. Naipad dışında) ilgilenmeye gerek yoktur.
McEwan'ın inanç ve niyetlerini, romanı aracılığıyla okursak, batı kanonu insanlığın hakiki özüdür. Saturday (2005) [Cumartesi] romanı, Irak'ın işgalini protesto etmek için Londra'da yaklaşık iki milyon kişinin yürüdüğü 15 Şubat 2003'te başlar. Kahramanı cerrah Perowne, yüce edebiyata değer vermeyen bir "profesyonel indirgemeci"dir. Bu halinin "tedavi"si sırasında kızı Daisy, onu Flaubert, Tolstoy ve diğer "Büyük Yazarlar"la besler. Bunu şaka olarak görmemiz isteniyor. Ancak Saturday'i batı edebiyatında mistik bir bölünmeyi gerçekten belirlediğini fark ettiğimiz anda şaka uçup gider: Matthew Arnold şiiri sadece kaba şiddete bir panzehir olarak hizmet etmez, aynı zamanda romanın sonunda edebi olarak günü de kurtarır. Kestirmeden, Savaş ve Barış'ı hiç okumamış olanların tam olarak insan sayılamayacaklarını düşünmeye itiliriz.
İkinci Blitcon fantezi-kavramı, İslam'ın uygarlık fikrine yönelen en büyük tehdir olduğudur.Rüşdi'nin İslam'dan kuşku ve hoşnutsuzluğu Midnight's Children (1981) [Geceyarısı Çocukları], Shame (1983) [Utanç] ve The Satanic Verses (1988) [Şeytan Ayetleri] romanlarında açıkça görülmektedir. Geceyarısı Çocukları'nda İslam'a yapılan göndermeler kasıtlı hakaretler olarak okunabilir: Hatta en temel İslami terim olan "Allah" (dilbilimsel olarak tektanrıcılığa dayalı Tek İlah) aldatıcı bir hale gelmektedir: "Al-Lah bir pagan tapınak binasında dev bir meteorit gibi dönen oyma bir puttan adını almıştır." Rüşdi Utanç'ta İslam'ı, titiz bir sorgulamaya dayanamayacak bir mitoloji olarak tanımlar, Şeytan Ayetleri'nde ise bu durum iğrenmeye dönüşür. Roman Muhammed Peygamber'in hayatını tarihsel ayrıntılar ve akla gelebilecek her oryantalist klişeyle tamamlayarak tasarlar. Öfkeli, cinsel sapkınlığı olan bir tüccarın paranoyak kuruntularını içeren bir ürün olarak Şeytan Ayetleri, İslam'ın insanoğlunun tanıyageldiği makul değerlerin tümüne karşı olduğunu öne sürer. Bu ileti Shalimar the Clown (2005) [Soytarı Shalimar}'da desteklenir. Romanın kahramanı Shalimar canayakın bir soytarı ve ip cambazından öfkeli bir teröriste dönüşür. Hiddetini güdüleyen nedir? Karısının cinsel ihaneti ve insanları cami yaptırmaya ve karılarını burkaya sokmaya zorlayan "Zalim Molla"nın fanatik harareti. Rüşdi'nin dümyasında insani bir İslam yorumu bütünüyle olanaksızdır.
İslam dini ve kültürünün uygarlığa bir tehdit olduğu görüşü, bildiğimiz gibi Amis'in ilk olarak New Yorker'da Nisan 2006'da yayınlanan hikayesi "The Last Days of Muhammad Atta" [Muhammed Atta'nın Son Günleri]'nın da temelidir. İkiz Kuleler'e doğru giderken Muhammed Atta cenneti düşünür: "Ah evet, bakireler; altı düzine -on iki düzinenin yarısı. Bir haber dergisinde, kutsal kitapta geçen 'bakireler'in Aramca'dan yanlış çevrildiğini okumuştu. Doğrusu 'kuru üzümler' olmalıydı. Bu anlamsız sözlerin 'sultana' ile bir ilgisi olup olmadığını merak etti, 'sultana' hem çekirdeksiz kuru üzüm, hem de bir sultanın cariyesi veya eşi anlamına geliyordu. Abdülaziz, Marvan, Ziyad ve diğerleri: Herhalde Cennet bahçesine gittiklerinde küçük kırmızı bir Sun-Maid Sultanas paketi bulmaktan pek de memnun kalmazlardı."
Komik bir çeviri hatasına dayanılması, kutsal bir metni özü çarpıtılmış bir şaka durumuna sokmaktadır. Bunun amacı Kuran'ı absürd olarak göstermektir. -O kadar absürd ki kendi hayatını kurban etmeye, başkalarını da öldürmeye karar vermiş bir adam olan Atta'yı bile güdüleyemiyor. Fakat neden Amerika'dan nefret etsindi? Bunun nedeni adaletsizlik duygusu muydu? Bunu böyle açıklamak ciddi maharet ister. Buna karşılık Amis, Atta'nın "kuşağının en karizmatik fikri" olduğu gibi basit bir nedenle mücahit olduğunu ileri sürer. Fakat bu mücahit, İslam'ın aşıladığı karakteristik bir kusur tarafından güdülenmektedir: Kadın düşmanlığı. Özellikle bir uçakta bir kez gördüğü bir kadın, "açgözlü bir lüks içinde" olan bir hostes.Atta'nın bu kadına yapmak istediği tek şey "onu yaralamak"tır. Rüşdi için İslam o kadar defoludur ki, insani yoruma açık olamaz. Ama bir (kötü) şakanın dışında bu görüşle ilgilenmez.
Üçüncü Blitcon fantezi-kavramı, Amerikan özgürlük ve demokrasi idealarının hem doğru olduğu, hem de dünyanın geri kalanına da zorla kabul ettirilmesi gerektiği yönündedir. O kadar ki, sözkonusu ikna işinin merkezi konuma geldiği bu yazarların düşüncesi, Rüşdi'nin geçen yirmi yıldaki politik soldan merkez sağa kayışının şaşırtıcı ilerlemesinden izlenebilir. Rüşdi'nin romanı McEwan'ınkinden daha nüanslıdır ve 1980'ler boyunca çokkültürlülük konusunda gevezelik şampiyonu olmuştur. Ancak Şeytan Ayetleri'ne öfkelenen Ayetullah Humeyni 1989'da onu ölüme mahkum eden fetvayı yayınladığında tüm bunlar değişti. Bu dönemde Rüşdi dünyayı "dinin karanlığı" ve "sekülarizmin aydınlığı" olarak ikiye böldü. 1990'larda New York'a taşındığında, Birleşik Devletler onun için ideal sekülarizmin bir ifadesi haline geldi. New York Times'taki sütunlarında, (Step Accros This Line (2002) [Bu Hattı Aşmak]'da toplanmış olan) Amerika eleştirisini "aptalca bir zırva" ve "yalancı sofunun ahlaki rölativizmi" olarak itham etti.
Bu Çizgiyi Aşmak'taki iki parçalı ana deneme, Birleşik Devletler'in bir sınır uygarlık olduğunu iddia eder. Ancak 21. yüzyılın başında, sınır bütün dünya haline gelmiştir ve Amerika dünyanın herhangi bir parçasına dair meşru hak talepleri olduğunu ileri sürebilir. İronik olan şey, güçlerin dengesizliğinin, tümüyle yok olan yerli Amerikalılar'a yaptığını, şimdi dünyaya yapmak için Amerika'ya yaraması. Rüşdi, Amerikan özgürlüklerini savunmak için "Gölge savaşçılarımızı onların gölge savaşçılarına karşı yollamalıyız." açıklamasını yapmıştı.
Sınırlar dünya çapına yayılırken, kozmik savaş eski kötülüklerden yeni, kurulmuş kötülüklere doğru kayıyor. Rüşdi için, insanın ve aydınlanmış Amerikan imparatorluğunun en önemli düşmanı, Taliban'ın, "yeryüzündeki en vahşi rejim"in şerridir. Afganistan'ın işgalini "bu ahırların Birleşik Devletler tarafından temizlenmesi" olarak tanımladı. Vahşi oldukları kesin, ama tarihteki bütün imparatorlukların askeri güçleri bir araya getirilse elde edilecek olandan daha fazla askeri güce sahip olan tek hipergücün yönlendirdiği bir batı uygarlığını Taliban'ın yıkacağına inanmamız mümkün mü?
McEwan dünyaya bu tür düalist terimlerle bakmaz. Saturday'i, hem müdahaleci ve hem de yalıtım yanlısı politikalara karşı pervasızca bir düal uyarıda bulunmaz. Fakat bu McEwan'ı taraf tutmaktan alıkoymaz: Barışı savunmak, işkencenin tarafını tutmaktır, diye açıklar. iPod kuşağının, soykırım ve işkence, toplu mezarlar ve İslamcılar tarafından dayatılan totalitaryen devletler hakkında hiçbir fikri olmadığını ileri sürer. Son tahlilde, "dinsel Naziler" batı uygarlığını çöküşe götürmektedir.
Amis çok daha dolaysızdır. Ona göre saf kötülük; "iğrenç ve kötücül", Jewish Chronicle [Yahudi Tarihi]'da belirttiği gibi sadece Üçüncü Reich'la karşılaştırılabiliecek "son derece zehirli, son derece irrasyonel ve son derece yıkıcı" bir inanç olan "İslamcılık"ın temsilcileri olan Hamas ve Hizbullah'ta cisimleşmiştir. Çağımızın neden Hamas ve Hizbullah gibileri ürettiğinden kuşku duyulamaz: Yayılmalarının İsrail ve Amerikan politikalarıyla veya son elli yılın politika ve savaşlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onlar, jeopolitikten ve gerçeklikten bağımsız açıklanamaz, irrasyonel inançlar olarak sunmak, işin dalaveresidir. Amis'in "The Age of Horrorism" (2006) [Horrorism Çağı]'de yaptığı budur. Bu deneme, Amerikan yeni muhafazakar ideologları Paul Berman ve Bernard Lewis'den alıntılarla tamamlanırsa, intihar bombacılarının din tarafından güdülenen kanlı niyetlerinin -"had safhada bir kötü niyet"- İslam'la bir ve aynı şey olduğunu savunur. Amis'e göre bağlantı aşikardır. Perdahlı bir cümleyle Amerika'nın ihlallerinin üzeri örtülürken dünya tarihini dikkate almaya gerek yoktur: "Olağanüstü bir gösteri, psikolojik baskı süreçleri, geliştirilmiş sorgulama teknikleri, Guantanamo, Ebu Garib, Haditha, Mahmudiye, iki savaş ve on binlerce ölü beden." Bu, İslamcı "tımarhanedeki mezbaha" ideolojisiyle hiçbir şekilde kıyaslanamaz.
Blitconlar'ın kavrayışlarını aşan farklı bir deneyim vardır. Onların romanlarında ve yergilerinde tasarımlayamayacakları egzotik yaratıklar: Müslümanlar'ın çoğu, Blitconlar'ın İslam anlayışından farklı bir şeye inanan, Bradford, Karaçi veya Cakarta sokaklarında sıradan hayatlar sürdüren, Blitcon anlayışının vehmettiğinden çok farklı insanlardır. Amis hayatı boyunca sıradan bir Müslüman görmemiştir.
Yok, yalan söyledim. Bir tane görmüştü. "Horrorism Çağı"nda Amis bize Kubbetüssahra'nın kapıcısı olan İslamcı'nın, 'had safhadaki kötü niyet'iyle karşılaştığını anlatır. Amis, bir tür "kalendrik yasak"ı -böyle bir şey yok elbette- aşmak için Kubbetüssahra'ya gitmek istediğini yazar, bu isteği kapıcının duruşunu değiştirmiştir: "Daha önce dostça ve sakin olan ifadesi bir maskeye dönüştü, ve maske beni, karımı ve çocuklarımı öldürmeye söz verdiğini söylüyordu." Amis, basit bir yüz ifadesini gözlemleyerek tam bir komplo kehanetinde bulunma yeteneğine sahipti. Acaba zavallı kapıcı daha önce böyle iğrenç, küstah ve cahil bir turist görmüş olabilir miydi?
Çokkültürlü İngiltere'de, Amis'in iddia ettiği yüz ifadelerine dair açıklamasının karşılık bulamayacağı muhtemelen sadece bir şey vardı: İslam. Bu, postacılar, fırıncılar ve şamdancılarınki kadar sıradan bir yaşam süren ve İngiliz toplumuna katılan İngiliz Müslümanları olan doktorların, öğretmenlerin, polislerin, işadamlarının, girişimcilerin, bilimadamlarının ve hatta diğer yazar ve romancıların yaşamlarında nasıl karşılık bulabilir? Belki de yüz ifadelerini değiştirmeli, dişlerini yaptırmalı ve tahammül etmek zorunda kaldıkları İslamofobi ile karşılaştıklarında biraz daha gülümsemeliler.
Blitconlar'ın büyük romanlarıyla uyuşmazlığa düşenler sadece Müslümanlar değil. McEwan Saturday'de, her şeyi fazla titiz, bitmez tükenmez bir şekilde ve zorlama ayrıntılarla tanımlar. Beyin cerrahisi terminolojisi ve tekniklerindeki kılı kırk yaran araştırmalardan, cumartesi günü oynanacak squash'te giyilecek giysilerin seçimine kadar hiçbir şey dikkatinden kaçmaz -dikkatinden kaçan tek şey İngiliz toplumunun Irak savaşına karşı gösteri yapmak üzere toplanan-kesitinin politik ve sosyal güdülenmeleri, yani romanının raison d'être'i [varlık sebebi]dir. Sözkonusu gösteri sadece tehdit edici bir fon olarak buradadır.
Gerçek dünya bir roman değildir. Bütün yoldan çıkmışlığı ve kötücüllüğüyle toplu kıyım ideolojisinin bir tarihi ve bağlamı vardır. Ancak Blitconlar'ın vahşi tasarımları bu dehşetin kökünü kazımaya elverişli bir kılavuz değildir. Edebi tasarımın manipülatif gücü maval okumaktan öteye gidemez. Bu maval okuma ise nefretle yanıtlanıyor, yansıtılıyor ve nefretle karşılaşıyor. Birbirine benzeyen anlayışlar, araya giren boşlukları aşıp birbirine uzanır ve nefretlerinin içinde birbirini kabul eder. Blitconlar'ın bize anlattıkları bundan ibarettir. Ancak yıkım ve kıyımdan kalıcı bir kurtuluş bulmaktan umudunu kesenlerimiz için hiç de aydınlatıcı değildir.
11 Aralık 2006'da New Statesman'ın web sitesi www.newstatesman.com'da yayımlanan Ziauddin Sardar'ın yazısından çevirdim.)
Martin Amis, Salman Rüşdi ve Ian McEwan İngiliz edebiyatına egemenler ve bilindiği üzere İslam'ın uygarlığı tehdit ettiğine inanıyorlar.
En ünlü çağdaş yazarların çoğunun isimleri, uluslararası markalar hale gelmeye başladı. Konuştuklarında dünya onları dinliyor. Ve sadece yapıtlarının içinden değil, gazetelerin fikir köşeleri, etkili dergiler, televizyon sohbet programları ve edebiyat festivalleri aracılığıyla giderek daha fazla konuşuyorlar. Romancılar yalnızca romancı olmaktan çıktılar -onlar aynı zamanda dünyada sanat, hayat ve politikadan uygarlığa kadar her konuda görüşlerimizi biçimlendiren akıl hocaları.
Onlardan ne istediğimiz açık: İnsanlık durumunun iç yüzünü kavramak. İnsanlık tarihindeki en elverişli koşullardan terörü, savaşı ve karşılıklı korku ve nefrette temellenen bir gerilim artışını yarattık. İnsanlık kuşkusuz yardıma muhtaç. Ama bu ihtiyaç kısacık edebi konuşmalarla giderilebilir mi? Edebi akıl hocaları bilmecelerimizin iç yüzünü en iyi şekilde kavramamızı sağlıyorlar mı veya geleceğe dair iyi rehberler mi?
İngiliz edebiyat manzarasına üç yazar egemen: Martin Amis, Salman Rüşdi, ve Ian McEwan. Üçü de çağımızın merkezi ikilemi üzerine düşünüyor: Terör. Hatta Amis, "horrorism" diye adlandırdığı konuda bir tür manifesto yayınladı. Farklı tarzları, yaklaşımları ve görüşleri tutarlı bir duruş belirliyor. Onlar İngiliz edebiyatının yeni muhafazakarlarının öncü güçleri, veya "Blitconlar" da diyebilirsiniz onlara.
Blitconlar'ın insanlık durumuna dair hazır bir reçeteleri, her derde deva bir kocakarı ilaçları var. Dünyanın politik gündemini yaratmak için şöhretlerini kullanıyorlar. 11 Eylül sonrasındaki koşullar hakkında onca düşünmelerine karşın, dünyaya ilişkin radikal bir bakış açısı sunamıyorlar. Yazıları, kavrayış ve edebiyatlarındaki derin kökleri besleyen görüşlere, bir geleneğe yaslanıyor. Romanın politik hedefini gerçekleştirecek olan öncüler hiç değiller, ancak çağdaş romanın dünya üzerindeki gerçek gücünü, dikkatimizi belirli bir noktaya çekme yeteneklerini ilk değerlendirecek olanlar onlar. Blitconlar'ın gelenekselciliklerinin ne derece farkında oldukları sorulabilir. Bu sorunun mutlaka önlerine konulması gerekiyor. Nereden geliyorsunuz? Ve bizi nereye götürüyorsunuz?
Blitcon projesi, her biri tek boyutlu olan üç tuhaf görüşe, fantazi-kavrama yaslanıyor: Birincisi, Amerikan kültürünün mutlak üstünlüğü. Blitcon edebiyatı 21. yüzyılın oryantalizmidir, genelde batı üstünlüğe dair vurguyu, Amerikan özgürlük fikrinin üstünlüğüne kaydırır. Bu değişme, Amerikan kültürünün bütün olası dünyaların en iyisinden de en iyisi olduğunu ileri süren, etkili akademisyen ve The Closing of The American Mind (1987) [Amerikan Aklının Sonu] kitabının yazarı Allan Bloom'a kadar geri götürülebilir. Bloom, romanında Bloom'un fikirlerini tanıtan sormancı Saul Bellow'un yakın arkadaşıydı: Bir "western-civ" [batı uygarlığı"] düşünürü hakkındaki romanı, Mr Sammler's Planet [Bay Sammler'ın Gezegeni] iyi bir örnektir. Bellow, 2000 yılında son romanı Ravelstein'ı yazdı, görüşleri açıktan açığa politik yapılanmaya paralel hale geldi -bu, hem Bloom'un, hem de eski Bsuh yönetiminin aparatı, şimdi Dünya Bankası'nın başı olan Paul Wolfowitz'i oldukça sempatik gösterme ve hafifçe romanlaştırmayı da kapsamaktadır.
Bellow Blitcon hareketinin vaftiz babasıdır ve Amis, Rüşdi ve McEwan'ın yazdıkları üzerindeki etkisi açıktır. Bellow gibi Amis de kanonun korunmasına kafayı takmıştır. The War Against Cliché'de [Cliché Karşıtı Savaş] (2001) "sadece bir tür yazı vardır o da kabiliyetin ürünü olan" görüşünde ısrar etmektedir. Fakat yetenekli olanlar hangileridir? Sadece, "duvardan duvara beyaz adamlar" anlamında batı kanonunun parçası olanlar mı? John Updike, Anthony Burgess, Gore Vidal ve Vladimir Nabokov. Kadınlara (Jane Austin dışında) ve batılı olmayan yazarlara (İslam'dan neftret eden V. S. Naipad dışında) ilgilenmeye gerek yoktur.
McEwan'ın inanç ve niyetlerini, romanı aracılığıyla okursak, batı kanonu insanlığın hakiki özüdür. Saturday (2005) [Cumartesi] romanı, Irak'ın işgalini protesto etmek için Londra'da yaklaşık iki milyon kişinin yürüdüğü 15 Şubat 2003'te başlar. Kahramanı cerrah Perowne, yüce edebiyata değer vermeyen bir "profesyonel indirgemeci"dir. Bu halinin "tedavi"si sırasında kızı Daisy, onu Flaubert, Tolstoy ve diğer "Büyük Yazarlar"la besler. Bunu şaka olarak görmemiz isteniyor. Ancak Saturday'i batı edebiyatında mistik bir bölünmeyi gerçekten belirlediğini fark ettiğimiz anda şaka uçup gider: Matthew Arnold şiiri sadece kaba şiddete bir panzehir olarak hizmet etmez, aynı zamanda romanın sonunda edebi olarak günü de kurtarır. Kestirmeden, Savaş ve Barış'ı hiç okumamış olanların tam olarak insan sayılamayacaklarını düşünmeye itiliriz.
İkinci Blitcon fantezi-kavramı, İslam'ın uygarlık fikrine yönelen en büyük tehdir olduğudur.Rüşdi'nin İslam'dan kuşku ve hoşnutsuzluğu Midnight's Children (1981) [Geceyarısı Çocukları], Shame (1983) [Utanç] ve The Satanic Verses (1988) [Şeytan Ayetleri] romanlarında açıkça görülmektedir. Geceyarısı Çocukları'nda İslam'a yapılan göndermeler kasıtlı hakaretler olarak okunabilir: Hatta en temel İslami terim olan "Allah" (dilbilimsel olarak tektanrıcılığa dayalı Tek İlah) aldatıcı bir hale gelmektedir: "Al-Lah bir pagan tapınak binasında dev bir meteorit gibi dönen oyma bir puttan adını almıştır." Rüşdi Utanç'ta İslam'ı, titiz bir sorgulamaya dayanamayacak bir mitoloji olarak tanımlar, Şeytan Ayetleri'nde ise bu durum iğrenmeye dönüşür. Roman Muhammed Peygamber'in hayatını tarihsel ayrıntılar ve akla gelebilecek her oryantalist klişeyle tamamlayarak tasarlar. Öfkeli, cinsel sapkınlığı olan bir tüccarın paranoyak kuruntularını içeren bir ürün olarak Şeytan Ayetleri, İslam'ın insanoğlunun tanıyageldiği makul değerlerin tümüne karşı olduğunu öne sürer. Bu ileti Shalimar the Clown (2005) [Soytarı Shalimar}'da desteklenir. Romanın kahramanı Shalimar canayakın bir soytarı ve ip cambazından öfkeli bir teröriste dönüşür. Hiddetini güdüleyen nedir? Karısının cinsel ihaneti ve insanları cami yaptırmaya ve karılarını burkaya sokmaya zorlayan "Zalim Molla"nın fanatik harareti. Rüşdi'nin dümyasında insani bir İslam yorumu bütünüyle olanaksızdır.
İslam dini ve kültürünün uygarlığa bir tehdit olduğu görüşü, bildiğimiz gibi Amis'in ilk olarak New Yorker'da Nisan 2006'da yayınlanan hikayesi "The Last Days of Muhammad Atta" [Muhammed Atta'nın Son Günleri]'nın da temelidir. İkiz Kuleler'e doğru giderken Muhammed Atta cenneti düşünür: "Ah evet, bakireler; altı düzine -on iki düzinenin yarısı. Bir haber dergisinde, kutsal kitapta geçen 'bakireler'in Aramca'dan yanlış çevrildiğini okumuştu. Doğrusu 'kuru üzümler' olmalıydı. Bu anlamsız sözlerin 'sultana' ile bir ilgisi olup olmadığını merak etti, 'sultana' hem çekirdeksiz kuru üzüm, hem de bir sultanın cariyesi veya eşi anlamına geliyordu. Abdülaziz, Marvan, Ziyad ve diğerleri: Herhalde Cennet bahçesine gittiklerinde küçük kırmızı bir Sun-Maid Sultanas paketi bulmaktan pek de memnun kalmazlardı."
Komik bir çeviri hatasına dayanılması, kutsal bir metni özü çarpıtılmış bir şaka durumuna sokmaktadır. Bunun amacı Kuran'ı absürd olarak göstermektir. -O kadar absürd ki kendi hayatını kurban etmeye, başkalarını da öldürmeye karar vermiş bir adam olan Atta'yı bile güdüleyemiyor. Fakat neden Amerika'dan nefret etsindi? Bunun nedeni adaletsizlik duygusu muydu? Bunu böyle açıklamak ciddi maharet ister. Buna karşılık Amis, Atta'nın "kuşağının en karizmatik fikri" olduğu gibi basit bir nedenle mücahit olduğunu ileri sürer. Fakat bu mücahit, İslam'ın aşıladığı karakteristik bir kusur tarafından güdülenmektedir: Kadın düşmanlığı. Özellikle bir uçakta bir kez gördüğü bir kadın, "açgözlü bir lüks içinde" olan bir hostes.Atta'nın bu kadına yapmak istediği tek şey "onu yaralamak"tır. Rüşdi için İslam o kadar defoludur ki, insani yoruma açık olamaz. Ama bir (kötü) şakanın dışında bu görüşle ilgilenmez.
Üçüncü Blitcon fantezi-kavramı, Amerikan özgürlük ve demokrasi idealarının hem doğru olduğu, hem de dünyanın geri kalanına da zorla kabul ettirilmesi gerektiği yönündedir. O kadar ki, sözkonusu ikna işinin merkezi konuma geldiği bu yazarların düşüncesi, Rüşdi'nin geçen yirmi yıldaki politik soldan merkez sağa kayışının şaşırtıcı ilerlemesinden izlenebilir. Rüşdi'nin romanı McEwan'ınkinden daha nüanslıdır ve 1980'ler boyunca çokkültürlülük konusunda gevezelik şampiyonu olmuştur. Ancak Şeytan Ayetleri'ne öfkelenen Ayetullah Humeyni 1989'da onu ölüme mahkum eden fetvayı yayınladığında tüm bunlar değişti. Bu dönemde Rüşdi dünyayı "dinin karanlığı" ve "sekülarizmin aydınlığı" olarak ikiye böldü. 1990'larda New York'a taşındığında, Birleşik Devletler onun için ideal sekülarizmin bir ifadesi haline geldi. New York Times'taki sütunlarında, (Step Accros This Line (2002) [Bu Hattı Aşmak]'da toplanmış olan) Amerika eleştirisini "aptalca bir zırva" ve "yalancı sofunun ahlaki rölativizmi" olarak itham etti.
Bu Çizgiyi Aşmak'taki iki parçalı ana deneme, Birleşik Devletler'in bir sınır uygarlık olduğunu iddia eder. Ancak 21. yüzyılın başında, sınır bütün dünya haline gelmiştir ve Amerika dünyanın herhangi bir parçasına dair meşru hak talepleri olduğunu ileri sürebilir. İronik olan şey, güçlerin dengesizliğinin, tümüyle yok olan yerli Amerikalılar'a yaptığını, şimdi dünyaya yapmak için Amerika'ya yaraması. Rüşdi, Amerikan özgürlüklerini savunmak için "Gölge savaşçılarımızı onların gölge savaşçılarına karşı yollamalıyız." açıklamasını yapmıştı.
Sınırlar dünya çapına yayılırken, kozmik savaş eski kötülüklerden yeni, kurulmuş kötülüklere doğru kayıyor. Rüşdi için, insanın ve aydınlanmış Amerikan imparatorluğunun en önemli düşmanı, Taliban'ın, "yeryüzündeki en vahşi rejim"in şerridir. Afganistan'ın işgalini "bu ahırların Birleşik Devletler tarafından temizlenmesi" olarak tanımladı. Vahşi oldukları kesin, ama tarihteki bütün imparatorlukların askeri güçleri bir araya getirilse elde edilecek olandan daha fazla askeri güce sahip olan tek hipergücün yönlendirdiği bir batı uygarlığını Taliban'ın yıkacağına inanmamız mümkün mü?
McEwan dünyaya bu tür düalist terimlerle bakmaz. Saturday'i, hem müdahaleci ve hem de yalıtım yanlısı politikalara karşı pervasızca bir düal uyarıda bulunmaz. Fakat bu McEwan'ı taraf tutmaktan alıkoymaz: Barışı savunmak, işkencenin tarafını tutmaktır, diye açıklar. iPod kuşağının, soykırım ve işkence, toplu mezarlar ve İslamcılar tarafından dayatılan totalitaryen devletler hakkında hiçbir fikri olmadığını ileri sürer. Son tahlilde, "dinsel Naziler" batı uygarlığını çöküşe götürmektedir.
Amis çok daha dolaysızdır. Ona göre saf kötülük; "iğrenç ve kötücül", Jewish Chronicle [Yahudi Tarihi]'da belirttiği gibi sadece Üçüncü Reich'la karşılaştırılabiliecek "son derece zehirli, son derece irrasyonel ve son derece yıkıcı" bir inanç olan "İslamcılık"ın temsilcileri olan Hamas ve Hizbullah'ta cisimleşmiştir. Çağımızın neden Hamas ve Hizbullah gibileri ürettiğinden kuşku duyulamaz: Yayılmalarının İsrail ve Amerikan politikalarıyla veya son elli yılın politika ve savaşlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Onlar, jeopolitikten ve gerçeklikten bağımsız açıklanamaz, irrasyonel inançlar olarak sunmak, işin dalaveresidir. Amis'in "The Age of Horrorism" (2006) [Horrorism Çağı]'de yaptığı budur. Bu deneme, Amerikan yeni muhafazakar ideologları Paul Berman ve Bernard Lewis'den alıntılarla tamamlanırsa, intihar bombacılarının din tarafından güdülenen kanlı niyetlerinin -"had safhada bir kötü niyet"- İslam'la bir ve aynı şey olduğunu savunur. Amis'e göre bağlantı aşikardır. Perdahlı bir cümleyle Amerika'nın ihlallerinin üzeri örtülürken dünya tarihini dikkate almaya gerek yoktur: "Olağanüstü bir gösteri, psikolojik baskı süreçleri, geliştirilmiş sorgulama teknikleri, Guantanamo, Ebu Garib, Haditha, Mahmudiye, iki savaş ve on binlerce ölü beden." Bu, İslamcı "tımarhanedeki mezbaha" ideolojisiyle hiçbir şekilde kıyaslanamaz.
Blitconlar'ın kavrayışlarını aşan farklı bir deneyim vardır. Onların romanlarında ve yergilerinde tasarımlayamayacakları egzotik yaratıklar: Müslümanlar'ın çoğu, Blitconlar'ın İslam anlayışından farklı bir şeye inanan, Bradford, Karaçi veya Cakarta sokaklarında sıradan hayatlar sürdüren, Blitcon anlayışının vehmettiğinden çok farklı insanlardır. Amis hayatı boyunca sıradan bir Müslüman görmemiştir.
Yok, yalan söyledim. Bir tane görmüştü. "Horrorism Çağı"nda Amis bize Kubbetüssahra'nın kapıcısı olan İslamcı'nın, 'had safhadaki kötü niyet'iyle karşılaştığını anlatır. Amis, bir tür "kalendrik yasak"ı -böyle bir şey yok elbette- aşmak için Kubbetüssahra'ya gitmek istediğini yazar, bu isteği kapıcının duruşunu değiştirmiştir: "Daha önce dostça ve sakin olan ifadesi bir maskeye dönüştü, ve maske beni, karımı ve çocuklarımı öldürmeye söz verdiğini söylüyordu." Amis, basit bir yüz ifadesini gözlemleyerek tam bir komplo kehanetinde bulunma yeteneğine sahipti. Acaba zavallı kapıcı daha önce böyle iğrenç, küstah ve cahil bir turist görmüş olabilir miydi?
Çokkültürlü İngiltere'de, Amis'in iddia ettiği yüz ifadelerine dair açıklamasının karşılık bulamayacağı muhtemelen sadece bir şey vardı: İslam. Bu, postacılar, fırıncılar ve şamdancılarınki kadar sıradan bir yaşam süren ve İngiliz toplumuna katılan İngiliz Müslümanları olan doktorların, öğretmenlerin, polislerin, işadamlarının, girişimcilerin, bilimadamlarının ve hatta diğer yazar ve romancıların yaşamlarında nasıl karşılık bulabilir? Belki de yüz ifadelerini değiştirmeli, dişlerini yaptırmalı ve tahammül etmek zorunda kaldıkları İslamofobi ile karşılaştıklarında biraz daha gülümsemeliler.
Blitconlar'ın büyük romanlarıyla uyuşmazlığa düşenler sadece Müslümanlar değil. McEwan Saturday'de, her şeyi fazla titiz, bitmez tükenmez bir şekilde ve zorlama ayrıntılarla tanımlar. Beyin cerrahisi terminolojisi ve tekniklerindeki kılı kırk yaran araştırmalardan, cumartesi günü oynanacak squash'te giyilecek giysilerin seçimine kadar hiçbir şey dikkatinden kaçmaz -dikkatinden kaçan tek şey İngiliz toplumunun Irak savaşına karşı gösteri yapmak üzere toplanan-kesitinin politik ve sosyal güdülenmeleri, yani romanının raison d'être'i [varlık sebebi]dir. Sözkonusu gösteri sadece tehdit edici bir fon olarak buradadır.
Gerçek dünya bir roman değildir. Bütün yoldan çıkmışlığı ve kötücüllüğüyle toplu kıyım ideolojisinin bir tarihi ve bağlamı vardır. Ancak Blitconlar'ın vahşi tasarımları bu dehşetin kökünü kazımaya elverişli bir kılavuz değildir. Edebi tasarımın manipülatif gücü maval okumaktan öteye gidemez. Bu maval okuma ise nefretle yanıtlanıyor, yansıtılıyor ve nefretle karşılaşıyor. Birbirine benzeyen anlayışlar, araya giren boşlukları aşıp birbirine uzanır ve nefretlerinin içinde birbirini kabul eder. Blitconlar'ın bize anlattıkları bundan ibarettir. Ancak yıkım ve kıyımdan kalıcı bir kurtuluş bulmaktan umudunu kesenlerimiz için hiç de aydınlatıcı değildir.